Türkiye siyasal tarihinin en kritik seçimlerinden birini yarın gerçekleştirecek. Çeyrek asırlık tek parti rejiminden sonra, Türkiye, 1946'da çok partili hayata geçişle, 1950'de ise serbest seçimlerle tanıştığından bu yana seçimler her zaman önemli oldu. 1950-1960 arasında, toplumun tek parti rejiminden duyduğu ıstırabın yansıması şeklinde tezahür eden seçimler, 1960'tan sonra da askeri-sivil bürokrasinin siyasete müdahalelerin rövanşı işlevini gördü. Serbest seçimlerin yapıldığı günden bugüne, seçimlerin siyasi iktidar denklemi üzerinde tek belirleyici olduğu dönem yalnızca 1950-60 arasındaki yıllar oldu. Bu 10 yıllık dönemden sonra, dört askeri müdahale, sayısız müdahale teşebbüsleri ve müdahalelerin denetiminde hazırlanan (ana)yasal düzenlemelerle, seçilmişler atanmışların denetimine alınınca, seçimler sadece hangi siyasi partinin, gerçek gücü elinde bulunduran bürokrasiyle iktidarı paylaşacağını belirlemek için yapıldı. Toplum, siyasal iktidarı belirleme hakkının tek parti döneminde siyasal vesayet, çok partili dönemde de kurumsal vesayet aracılığıyla elinden alınmasına tepkisini her seçimde gösterdi. Seçimler, milletin bürokrasiye direncinin bir imkânı ve arenası işlevi gördü. Toplum, bürokratik tahakküme direnen siyasal partileri desteklerken, bürokratik tahakküme destek veren siyasi partilerden desteğini çekti. Yarım yüzyılı aşkın bu serüvenden sonra, Türkiye ilk defa bürokrasinin gücünün sınırlandığı bir ortamda 12 Haziran seçimlerine gidiyor. Son yıllarda, bürokrasinin gücünü ve yetki alanlarını sınırlamaya yönelik (ana)yasal düzenlemeler, legal sınırlarının dışına çıkan vesayet aktörlerine yönelik açılan soruşturmalar, siyasete dışarıdan müdahalelere yönelik kamuoyunda yükselen tepki ve farkındalık ile yol alan demokratikleşme süreci, vesayet rejimini ciddi ölçüde geriletti. 12 Eylül 2010'da gerçekleşen referandum, bu süreci tahkim etti. Referandumla beraber, bürokrasinin büyük ölçüde iktidar denkleminden çıkması, hem siyasi partileri sadece millete yönelmek zorunda bıraktı, hem de seçimlere iktidarı belirleme yetkisi tanıdı. 12 Haziran seçimlerinin son dönemlerde görülmedik bir şekilde, siyaseti kutuplaştırması bu anlamından kaynaklanıyor. Bugüne kadar, seçimleri hesaba katmadan iktidar denkleminde yer bulan veya mevcut sorunlara yaklaşımları üzerinden kemikleşmiş bir tabana sahip olan siyasi partiler, yeni duruma ayak uydurmanın sancısını yaşıyorlar. Seçim kampanyası boyunca, vesayetçi aktörlerin MHP ve BDP üzerinden oyuna girmeleri, siyasal gerilimin bu iki parti etrafında cereyan etmesi, hem yeni siyasal denklemin önündeki sorun alanlarına hem de yeni duruma ayak uyduramayan aktörlerin değişim sancısına işaret ediyor. Dolayısıyla, 12 Eylül referandumu, vesayet rejimini ciddi ölçüde gerilettiyse de, vesayetçi aktörlerin ve vesayetçi zihniyetin halen tamamen denklemden çıktığını söylemek mümkün değil. Seçim süreci boyunca, seçim sonuçlarını etkilemeye matuf manipülasyonların BDP ve MHP üzerinden tedavüle sokulması, vesayeti ortadan kaldıracak demokratikleşme sürecinin öncelikle Kürt meselesini eksenine almasını zorunlu kılıyor.
Yeni dönemin gündemi: Demokratikleşme
Demokratikleşme, son on yıldır, iki gündem üzerinden anlam buluyor: vesayet rejimini geriletme ve Kürt sorununun çözümü. Bu iki başlık, göründüğünden çok daha fazla iç içedir ve her kritik noktada yeniden gündeme gelmektedir. 12 Haziran seçimlerinin startını 9 ay önceden veren, seçimlerin gündemini belirleyen 12 Eylül referandumu bunu çok net bir şekilde gözler önüne serdi. 12 Eylül referandumunun görünür gündemi, vesayetçi aktörleri siyaset karşısında geriletmeye yönelik bir demokratikleşme gündemiydi. Kampanyanın öncülüğünü yapan AK Parti ve CHP de referanduma bu anlamı yüklüyordu. Ancak, MHP ve BDP birbirlerine karşıt çıkarsamalarla demokratikleşme gündeminin içeriğini Kürt sorunu ile doldurmuşlardı. BDP, Kürt meselesinin çözümüne dair bir düzenlemenin pakette yer almayışı, MHP de paketin Türkiye'yi bölmeyi amaçladığı tezleriyle tartışmaya katılmışlardı. Bugün aynı tartışma, 12 Haziran seçimlerini anlamlı kılan yeni Anayasa vaadinde de sürdürülüyor. 12 Haziran seçimlerinden sonra gündeme gelecek yeni Anayasa'nın, yeni Türkiye'nin inşa sürecini başlatması, bu iki gündemin telif edildiği bir demokratikleşme perspektifi ile mümkün olabilir. Bu çerçevede, vesayetçi rejim ile Kürt sorunu arasındaki illiyet bağını kavramadan sürdürülecek bir demokratikleşme politikası da, hazırlanacak yeni bir Anayasa da, sorunları tam anlamıyla çözemeyecek ve siyasal literatürde coşkuyla kendisine yer bulan 'yeni Türkiye'nin inşasını mümkün kılmayacaktır. Son tahlilde, 12 Haziran 2011 seçimleri, 14 Mayıs 1950 seçimlerini andırıyor. 1950'deki seçimler, tek partinin çeyrek asırlık siyasal vesayetini yıkıp demokratik bir dönemi başlatmıştı. 12 Haziran seçimleri de, işaret ettiği yeni Anayasa ile yarım asırlık kurumsal vesayeti tamamen sona erdirme imkânı taşıyor.