14 Mayıs seçim sonuçları bağlamındaki ön değerlendirmelerden biri milliyetçiliğin yükselişte olduğudur. Seçim sonuçlarının düz okunmasının böylesi bir görüntü oluşturduğu da aşikardır. Fakat dünyadaki yapısal dönüşümler ve Türk siyasetindeki yeni seçim sistemi ele alındığında yükselen değerin etnik kimlik anlamında milliyetçilik olmadığı daha net görülmektedir. Milletvekili seçimlerindeki MHP, İP, ZP oylarına Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Oğan'ın oyları da katılarak elde edilen yüzde yirminin üzerindeki rakam ilk elden bir şeyler söylese de derinlemesine değerlendirdiğinde faklı dinamikler de ortaya çıkmaktadır.
Seçim sonuçlarına bakarak milliyetçi oyların anlaşılmasında biri taktik diğeri stratejik iki durum öne çıkmaktadır. Taktik açıdan bakıldığında başkanlık sistemiyle birlikte seçmenin önüne aynı anda iki sandık konulduğu göz önünde tutulmalıdır. Parlamenter sistemde olduğu gibi tek sandıktan hem yasama hem de yürütme organı çıktığında seçmen, gönlündeki adayı değil aklındaki adayı desteklemektedir. Zira yürütme ve idare sadece temsil üzerine değil aynı zamanda rasyonellik üzerine oturur. Seçmenler sadece bizi kim temsil etmeli diye değil, kim bu ülkeyi yönetebilir diye sorarlar. Aynı anda iki farklı sandıkla karşılaşan seçmen ise kendisini temsil edecek olanı vicdanıyla, kendisini yönetecek olanı ise aklıyla seçer.
Seçmenin iki sandıklı bir seçimde nasıl tercih yaptığı açısından bakıldığında oy verenlerin milletvekili seçimlerinde daha ziyade vicdanıyla ve duygularıyla hareket ettiği görülecektir. Kendisi gibi olduğunu düşündüğü vekilin kendini temsil etmesini istemesi doğaldır. Bu bağlamda son yirmi yıldır Ak Parti'yi destekleyen ve muhafazakâr milliyetçi olan, örneğin Orta Anadolu seçmeninin bir kısmının milliyetçi partilere yönelmesi kadar doğal bir şey yoktur. Fakat bunun da şartı yürütmede Ak Parti adayının desteklenmesidir. İP ile birlikte Ak Parti'nin açılım politikalarından rahatsız olan milliyetçi seçmenin yeni bir adres bulmasına rağmen MHP'nin neredeyse hiç oy kaybetmemesinin altında yatan tılsım budur. Bu anlamda Cumhur İttifakı dışındaki bir MHP için bu tılsım elbette bozulacaktır. Parlamenter sistemde neredeyse yüzde elliye dayanan Ak Parti oylarını yüzde kırklar civarına gerileten, vicdanlardaki bu gevşemedir. Zira ülkeyi yönetmesi için Erdoğan'ı destekleyen milliyetçi muhafazakâr seçmen mecliste gönül rahatlığıyla "bizim parti" dediği ve ideolojik bir parti olarak MHP'yi desteklemektedir.
Stratejik açıdan bakıldığında ise küresel siyasetin yapısal dönüşümüne odaklanmak gerekmektedir. Son on yıldır küresel siyasetin neoliberal dengesi bozulmuştur. Seksenlerde kurulan bu dengede piyasa güçlerinin ve sivil toplum örgütlerinin öne çıkması, demokrasinin derinleşmesi ve siyasal alanın genişlemesi olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda devletin küçülmesi, devletin yeniden yapılanması, kamu işletmeciliği, kamu yönetiminde toplam kalite yönetimi gibi konuların öne çıkmasının da gösterdiği gibi demokrasi daha az devlet daha çok toplum demektir. Fakat 2008 ekonomik krizi sonrası sıklaşan krizler ve son olarak pandeminin bozduğu küresel tedarik zincirleri giderek devletin yeniden güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle artık yükselen değer kamu politikalarıdır. Piyasanın da toplumun da kurtarıcısı ve sistemi istikrarda tutan her yerde devletlerdir.
Burada devlet denilince anlaşılan sadece bürokrasi değildir. Nomos, devletin soğuk yüzü bürokrasiyi aşan halkın politik birliği anlamındaki düzendir. Nomos'u eski Yunan sadece doğanın düzenine karşı insan eliyle kurulmuş düzen olarak anlamış olsa da, bu düzen fikrinin modern bağlamdaki üç boyutunu anlamak daha önemlidir. Nomos; temellük etmek, bölüşmek ve üretmek üzerine kurulu bir politik birlik iddiasıdır. Bu iddia aynı zamanda içinde barındırdığı ruhla insanları birbirine bağlar. Bizim için bin yıllık devlet anlayışımızın içine sinmiş olan esenlik, birliktelik, güvenlik, zenginlik, refah, fetih, şehadet, cihat, İslam, Türklük, vatanseverlik… bu ülkenin nomosunun yani düzeninin, hukukunun ve dahi namusunun önemli bileşenleridir. Yükselen de bu anlamda nomostur, yoksa etnik anlamda milliyetçilik değildir. Bu yükselişin nedeni de siyasi aktörlerin siyaset tarzları değil, küresel siyasetin yapısal dönüşümüdür. ABD söz konusu olduğunda "Büyük Amerika" peşinde koşanlar Fransa'da liberal olarak iktidara gelse de devletçi olabiliyor. Bir anlamda çağın ruhu nomos'un yükselişine denk gelmesine rağmen kamaşan gözlerimiz nedeniyle bu yükseliş milliyetçilik olarak görülmektedir.
Muhalefetin küresel sistemde bu yükselişi fark edemediği ya da etse de kabullenemediği ortadadır. Muhalif beklenti bir nevi patrimonyal otorite olarak devleti temsil edenin toplumun müzakereci güçleri tarafından tarumar edileceğiydi. Devletin temsili olarak "baba" figürünü de sahiplenmemişler ve Erdoğan'a bilerek bırakmışlardı. Politik psikolojik olarak, "dede", "mammy" ve "oğul" figürlerini sahiplenen muhalefet, milletin "oedipus kompleks"iyle "baba"yı yok edeceğine inanmıştı. Oysa küresel krizler karşısında geminin dümenini fırtınada sağlam tutan bir lider arayışında olanlar "yaparsa o yapar" diyerek devleti temsil eden Erdoğan'a sığındı. Muhalefetin hesabı "yanlış" mıydı yoksa "erken" miydi onu beş yıl sonraki seçimlerde yeniden düşüneceğiz. Fakat hangisi olursa olsun çağın ruhuna uygun değildi. Herkes düzen ararken muhalefet kaos vadetti.
İnsanlar milliyetçiliğe sığınmadılar, düzeni kaosa karşı korumak istediler. Bu aynı zamanda değişime karşı statükonun savunusu da değildi. Zira değişen dünya siyasetinde zaten yükselen devletler ve düzenleriydi. Değişimi yakalayan aslında ironik olarak düzeni savunan oldu. Küresel fırtınalar dinmedikçe ve yeni küresel sistem oturmadıkça değişim arayışı da sükûnete tercih edilmeyecek. Ancak yeni küresel sistemin konforu oturduğunda yeniden "nerede kalmıştık" diyerek müzakere ve değişime açık bir sistemi konuşmaya başlayabileceğiz. Şimdi "herkesin herkesin kurdu" olduğu bir uluslararası sistemden canlı ve güçlü çıkma zamanıdır.