Son yıllarda ekonomik sorunlar ve dezenformasyon başta olmak üzere çeşitli etkenlerin de tetiklemesi neticesinde yabancıları odak alan tartışmalar siyasette yoğunluk kazandı. Öyle ki bu konu, muhalefetin siyasi öncelik listesinde gün geçtikçe yükseldi. Örneğin 2018 seçimlerinde göçmen sorunu yalnızca tali bir konuydu. Ancak 2023 seçimlerinde muhalefetin seçim strateji ve söylemindeki sacayaklarından biri haline geldi.
Yerel seçimlere doğru giderken de yabancılar ve göçmenler meselesinin bir numaralı gündem maddesi olacağı, diğer bir ifadeyle muhalefetin yerel seçimlerde zenofobik söylem ve stratejiyi temel alan bir yaklaşım sergileyeceği söylenebilir. Zira mevcut durum ve zenofobik popülizmin zaman içerisinde yakaladığı ivme göz önünde bulundurulduğunda yabancı ve göçmen meselesinin gerek yerel seçimlerde gerekse sonrasında siyasete şekil verecek başlıca dinamiklerden biri olacağı öngörülebilir. Ancak bu gelişme, hem siyasal hem de toplumsal açıdan büyük bir tehlikeyi de bünyesinde barındırmaktadır. O da zenofobik popülizmin tıpkı Avrupa'da olduğu gibi siyasette hakim dinamik haline dönüşmesi ve siyaset kurumunda iyileştirilmesi oldukça zahmetli yapısal arızalar üretmesidir.
Kısaca Türkiye'de Göç Sorunu
Suriye'de yaşanan iç savaş sonrası Türkiye, gerek konumu gerekse sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik benzerlikler sebebiyle Suriyeli göçmenlerin bir numaralı rotası haline geldi. Buna ek olarak Türkiye'nin uyguladığı "açık kapı" politikası da bu durumu pekiştirdi. Sonuç itibarıyla da Türkiye, sığınmacıları da kapsayan ancak bunu aşan bir göç ve göçmen merkezi haline geldi.
Türkiye'nin buradaki en önemli sorunu ise insani bir yaklaşımla dünyada tek olarak kabul edilecek açık kapı politikası ile düzensiz göçü yönetme meselesi oldu. Zira açık kapı politikası ile Suriyeli sığınmacılar yaşamlarını kurtardı. Ancak bunun neticesinde ise Türkiye, geride kalan bazı Suriyeli gruplar ile başta Pakistan, Afganistan ve Afrika olmak üzere çeşitli bölgelerden gelen düzensiz göçün hedefi haline geldi. Bu da hem düzensiz göçü yönetme hem de göçmenlerin entegrasyonu hususunda devletin mevcut imkan ve kapasitesinde ani bir zorlanma yaşanmasına sebep oldu.
Tüm bu gelişmelerin neticesinde Türkiye, insani yaklaşımını sürdürmekle birlikte açık kapı politikasını kısmen kısıtladı ve Suriye'de gönüllü geri dönüşü temel alan bir politikayı benimsedi. Bu doğrultuda Suriye'de Türkiye kontrolü altında olan güvenli bölgelerde yeni yaşam alanları üretildi. Böylelikle gönüllü geri dönüş için uygun ortam hazırlandı. Öte yandan yine söz konusu bölge olası yeni göç dalgalarını karşılayan bir tampon bölge işlevi üstlendi. Aynı zamanda Suriye'den kaynaklı yeni göç dalgalarının engellenmesi ve iç savaşın sonlanarak barışın sağlanması için askeri ve diplomatik hamleler gerçekleştirildi.
Bugün itibarıyla Türkiye'de yaklaşık olarak kayıtlı 5 milyon yabancı göçmen bulunuyor. Düzensiz göç neticesinde Türkiye'ye gelen kayıt dışı göçmenlerin de eklenmesiyle söz konusu sayı biraz daha yükseliyor. Bu durum ise şu anlama geliyor: Türkiye, nüfusunun yüzde 5'ini aşan ve yüzde 10'a yaklaşan bir yabancı göçmen grubuna ev sahipliği yapıyor ve bu göç durumu yalnızca son 10 yılda gerçekleşti. Özetle çok kısa bir zaman aralığında ve çok önemli sayıda yabancı Türkiye'ye geldi.
Zenofobik Popülizmin Yükselişi
Dolayısıyla böyle istisnai bir durum yaşayan her toplumda yabancılara, özellikle de yabancı göçmenlere yönelik reaksiyoner ve negatif bir tutumun olması gayet anlaşılabilir. Zira büyük sayılarda ve ani şekilde gelişen göç dalgaları toplumların ve bireylerin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlerinde değişimlere sebep olur. Siyasetin ve devletin göreviyse bu değişimi yöneterek hem vatandaşları hem de göçmenleri koruyacak politikalar üretmesi ve uygulamasıdır. Bu da ancak tutarlı ve kapsamlı bir göç ve entegrasyon politikası ile mümkündür.
Türkiye'de ani göç kaynaklı toplumsal rahatsızlıklar, ekonomik sorunlar ve iç ve dış kaynaklı dezenformasyon ile de birleşince göçmen karşıtlığı arttı. Muhalif siyasetçiler de bu rahatsızlığı kazanca çevirmek adına popülizme başvurdu. Muhalefet bloku, CHP ve İYİ Parti liderliğinde "misafir" kavramsallaştırması üzerinden göçmenleri topluma hedef gösterdi. "Bizim çocuklarımız Suriye'de şehit olurken onların gençleri Türkiye'de", " Bizim gençlerimizin işlerini çalıyor", "İşyeri açıp vergi vermiyorlar", "Suriyelilere vatandaşlık veriliyor", "Sınavsız üniversiteye giriyorlar", "Çiftçiye para verilmiyor ama Suriyelilere veriliyor", "Yabancılar birinci sınıf vatandaş, bizim vatandaşlarımız ikinci sınıf", "Hastanede sıra beklemezler, bizim hastalarımız bekler, bizim gençlerimiz Suriye'de şehit olur, onlar gezer eğlenir" gibi daha da çoğaltılabilecek örnekler ile tamamen zenofobik söylemlere başvurdu. Söz konusu söylem neticesinde ortaya çıkan vaat ise "Suriyelilerin hepsi geri gönderilecek" oldu.
Ancak Zafer Partisi ve Ümit Özdağ, Avrupa tipi zenofobik, popülist ve uç siyaset ve söylemiyle adım adım yabancı düşmanlığına kaydı. Özdağ, Avrupa aşırı sağ partilerin söylem ve stratejisini neredeyse bire bir kopyaladı. Tamamen spekülatif iddialar öne sürerek ve "işi, aşı, aileyi, toplumu, kültürü ve vatanı tehdit eden" yabancıları "Türk milletinin düşmanı" ilan ederek bir tür korku ve tehdit duygusu oluşturmaya çalıştı. Bu korku ve diğer negatif duygular üzerinden algı siyaseti üretti. Yine "Türk milletini hedef alan" tehdidin farkında olan, bu sorunu samimiyetle dile getiren ve sesi duyulmayan kesimlerin çıkarlarını savunan yegane siyasetçinin kendisi olduğu imajı kurmaya çabaladı.
Ancak Özdağ'ın yaptığı bir diğer önemli ve Avrupa kopyası strateji, bir muhalif olarak iktidarı eleştirmenin yanında muhalefeti de eleştirmesi. Avrupa'da zenofobik popülist aktörler, geleneksel ve merkez siyasetin kurumsal partilerini iktidar veya muhalefet fark etmeksizin anti-elit bir söylem üzerinden eleştiriyor. Özdağ da buna bir paralel söylem ile iktidarın yanında muhalefeti de "samimiyetsiz" ve paradoksal şekilde "popülist" olmakla suçluyor. Diğer bir ifadeyle hem iktidarı hem de muhalefeti aynı konu üzerinden vurabiliyor.
Son seçimlerde yaşanan süreç de gösterdi ki Özdağ'ın bu stratejisi belli oranda karşılık buldu. Öyle ki Özdağ'ın partisi önemli bir oy oranına ulaşamasa da söylemi muhalefetin seçim gündemini belirledi. İkinci turda Kılıçdaroğlu, Özdağ ile anlaşmak ve onun söylemini bire bir kopyalamak mecburiyetinde kaldı. Böylelikle Özdağ'ın fikirleri ana akım siyasete taşındı ve sosyal demokrat iddiasındaki bir parti tarafından dile getirilir hale geldi.
Yaklaşan Tehlike: Zenofobinin Ana Akımlaşması
Seçim sürecinde yaşananlara ek olarak, sonrasında yaşananlar da zenofobinin toplum nezdinde ve siyaset eliyle yaygınlaştığın işaret ediyor. Öyle ki yakın geçmişe kadar göçmen karşıtlığı, çoğunlukla Suriyeli göçmenler ile sınırlı ve daha çok ekonomik motivasyonlara sahipti. Ancak son dönemde turistleri ve yabancı öğrencileri de hedef alan ve yalnızca Suriyelileri değil Araplar, Afganlar, Pakistanlılar ve hatta Afrikalıları da kapsayan bir tür yabancı düşmanlığına dönüşmeye başladı. Dolayısıyla hem sosyal hem de siyasal anlamda Türkiye için zenofobi odaklı yeni bir tehlikeden bahsetmek mümkün.
Sosyal açıdan bakıldığında göçmen sorununu çözmek yerine araçsallaştıran popülist siyasetçiler, toplumsal bağlamda iç karışıklık riskini artırıyor ve sosyal tahammülü azaltıyor. Bu da göçmenleri aşan ve yabancıların tümünü hedef alan bir toplumsal reaksiyon oluşturuyor. Böylelikle korku ve tehdit algısı üzerinden negatif duyguların hakim olduğu bir toplumsal psikoloji oluşuyor. Bunlara ek olarak uluslararası imaj ve turistler vasıtasıyla elde edilen ekonomik kazanımlar, Türkiye'nin Ortadoğu ve Afrika'da uluslararası öğrenciler üzerinden inşa ettiği yumuşak güce zarar veriyor.
Buradaki esas siyasi tehlike ise Avrupa'da olduğu gibi Türkiye'de de aşırı sağ ve zenofobik siyasetin ana akımlaşması. Öyle ki aşırı sağ partiler seçimlerde iktidara gelemese de kullandıkları popülist söylem yaygınlaşıyor ve merkez partilerin de söylem ve politikalarını etkiliyor. Bunun neticesinde ise zenofobi normalleşiyor. Türkiye'de son seçimlerde Kılıçdaroğlu'nun strateji göz önünde bulundurulduğunda bu riskin ufukta göründüğü söylenebilir. Zira sosyal demokrat değerlere sahip olduğu söylenen bir partinin lideri, ideolojik değeler ile çatışan ve tamamıyla aşırı sağ bir dil kullandı. Bu da hem seçmen nezdinde söz konusu zenofobik söylem ve iddiaları ana akımda tekrarlanmasını sağladı ve normalleştirdi.
İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, zenofobik popülizmin karşısında gösterdiği direnç ile önemli bir aktör. Öyle ki Erdoğan, insani yaklaşım pozisyonundan geri adım atmayarak güçlü bir irade gösteriyor. Öte yandan toplum nezdinde yükselen milliyetçi hassasiyet ve refleksleri Cumhur İttifakı olarak "yerli-milli" söylem ve politikalar ile oldukça başarılı bir şekilde yönetiyor. Ayrıca uç milliyetçiliğe sapma riski taşıyan eğilimleri milli ve manevi ortak değerleri temel alan bir tür "değer" milliyetçiliği üretti. Böylelikle artan milliyetçi hassasiyet ve reflekslerin, Batı'da örneği görülen dışlayıcı, aşırı ve zenofobik bir türe dönüşmesini ve bu tür bir milliyetçiliğin ülke içinde sebep olabileceği riskleri önemli oranda bertaraf etti. Buna ek olarak da milliyetçi eğilimi tabana yayarak ve yumuşattı. Ancak bunu karizmatik liderliğine dayanarak başardı.
Sonuç olarak Türk siyasetini bekleyen asıl tehlike, Erdoğan sonrası dönemde ana akımlaşması önündeki engellerden arınmış bir zenofobik popülizmdir. Zira Erdoğan'ın bir engel olarak karşısında durmadığı bu eğilim, onun olmadığı gelecekteki siyaset kurumunda Avrupa'dakine benzer bir şekilde kolaylıkla ana akım haline gelebilir. Üstelik bu durum sağ ve sol siyaseti kapsayacağı kadar göçmen sorununa paralel olarak daha kötü bir hale gelebilir.