Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz hafta "ekonomi ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz" açıklaması yaptı. Bu açıklamanın ne anlama geldiğine dair kamuoyunda büyük bir tartışma başladı. İktidara yakın uzmanlar ağırlıklı olarak AK Parti hükümetlerinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyaseti sürekli bir reform süreci olarak gördüğü görüşünü dile getirdi. Muhalefet ise açıklamayı değersizleştirmeye yönelik ifadeler kullandı. Muhalefet AK Parti'nin hiçbir zaman reformist bir parti olmadığında ve ülkede "demokratik" değişim gerçekleştirmek konusunda başarısız olduğunda ısrar etti.
Muhalefetin yok saymalarına ya da başarısız addetmesine rağmen AK Parti'nin Türk siyasetinde önemli değişiklikler yaptığı bir gerçek. Muhalefetin reform yapıldığını kabul etmemesinde şaşılacak bir şey yok. Çünkü gerçekleştirilen reformlar ve ülkenin geçirdiği 18 yıllık köklü değişim süreci muhalefetin hareket alanını daralttı. Hatta daha da ileri götürürsek, muhalefetin ana omurgasını oluşturan siyasi aktörlerin "AK Parti'yi taklit etme" noktasına geldiğini söyleyebiliriz. Ancak diğer yandan "AK Parti özgürlüklerin önünü açtı" değerlendirilmesinin biraz daha izahata ihtiyacı olduğunu da belirtmek gerek.
AK Parti'nin gerçekleştirdiği reformları anlamak için politik bir bakış açısına ihtiyaç var. Politik bakış açısı siyasetin merkezinde iktidar mücadelesinin bulunduğunu kabul eder. Olması gerekeni değil olanı objektif bir şekilde ele almaya çalışır. Buna göre, birilerinin "özgürlüklerinin önünün açılması" başkalarının "özgürlüklerinin önünün kapanması" demektir. Aynı zamanda, siyasi aktörler özgürlüklerin önünü açma noktasında sınırsız bir güce ve arzuya da sahip değildir. Bir yandan yapısal diğer yandan ideolojik sınırlandırmalar ne ölçüde özgürlüklerin önünün açılacağında belirleyici rol oynar. Özgürlükçü olmanın kendi başına bir değeri bulunmadığı gibi, sınırsız özgürlüğün de gerçekçi bir duruma tekabül etmediğini belirtmek gerekir.
Bu perspektiften AK Parti ve genel olarak da Türkiye'de siyasete bakacak olursak, ülkede siyasetin 19. yüzyılın ortalarından itibaren dört siyasi aktör arasında geçen iktidar mücadelesince belirlendiğini görürüz. Bunlardan ilki Sultan Abdülmecid döneminde (1839-1861) etkisini göstermeye başlayan "modernist" devlet bürokrasisidir. İmparatorluğun dağılma sürecine girmesiyle ülkenin iç siyasetinde etkin bir rol oynamaya başlayan küresel sermaye ve büyük güçler bir başka önemli aktördür. Üçüncüsü, özellikle Sultan II. Abdülhamid döneminde belirginleşen, siyasetin modernleşmesinin –milli egemenlik kavramının ortaya çıkışı– etkisiyle siyasi bir aktör olarak beliren millettir. Ve son olarak bu denklemde siyasi elit yer almaktadır. 1909 darbesine kadar sultanın, daha spesifik olarak 1876-1909 arasında tahtta oturan II. Abdülhamid Han'ın bir ölçüde siyasi eliti temsil ettiğini belirtmek gerekir. 1909'dan sonra sultanın bürokrasi-ulema ittifakıyla siyasi denklemden çıkarılmasıyla yeri, özellikle çok partili siyasete geçilen 1950'den itibaren profesyonel siyasetçiler tarafından doldurulmuştur.
Bu denklemde en kilit noktada duran figür siyasi elittir. Çünkü son kertede ülke yönetiminde karar verme yetkisi ve sorumluluğu siyasi elite aittir. Bu fonksiyonu siyasi eliti rakip iktidar odakları arasında "dengeleyici" rolüyle donatır. Siyasi elit karar alırken hem kendi siyasi kaderini (bir sonraki seçimi kazanmak) düşünmek hem de diğer üç iktidar odağının beklentilerini karşılamak ve bir dengeye oturtmak zorundadır. Cumhuriyet'in ilanına kadar sultan, 1923-1950 yılları arasını kapsayan tek-parti döneminde cumhurbaşkanı, 1950 sonrasında başbakan ve 2018'den itibaren ise seçilmiş cumhurbaşkanı özellikle küresel (ve yerel) sermaye ve büyük güçler, bürokrasi ve toplum arasında bir denge kurmak sorunu ile karşı karşıya kaldı. Siyasetin merkezinde yer alan siyasi elit, her ne kadar milletin temsilcisi konumunda olsa da seçildikten sonra çalışmak zorunda olduğu bürokrasi ve küresel sermaye ve büyük güçlerin taleplerini dikkate almak ihtiyacı hissetti. Emirleri uygulayacak bir bürokrasiye ve toplumsal düzenin finansmanını sağlayacak paraya olan ihtiyaç sürdüğü sürece bu kaçınılmaz bir durumdur.
Gerçekten de demokratik rejimin gereği olarak milletin iradesini fiiliyata dökmekle ve toplumsal talepleri karşılamakla yükümlü olan siyasetçi bunu bürokrasi ve küresel güçlerin sınırlarını çizdiği yapısal kısıtlamalar altında gerçekleştirir. Ancak milletin dışındaki iktidar odaklarının varlığı ortaya pür bir demokratik rejim çıkarmak yerine daha ziyade karma bir rejim üretmektedir. Bu sebepledir ki günümüz siyaseti elitizm (seçkincilik), plüralizm (çoğulculuk) ve popülizm (halkçılık) gibi üç esas ideolojinin mücadelesine sahne olmaktadır. Popülizm pür demokrasiye, seçkincilik modern-dönem aristokratik rejimine, çoğulculuk da ekonomik ve kültürel azınlıkçılık savunusuyla bir tür oligarşik siyasi rejime tekabül eder. Dünyanın neresine giderseniz gidin hemen hemen her yerde bu karma siyasi rejimle karşılaşırsınız.
O halde başbakan figürü üç siyasi rejim gücünün ortasında kalmış ve rakip iktidar odakları aralarında bir uzlaşı sağlama çabası içerisinde olmuştur. Kaçınılmaz olarak bu güçlerden birine daha yakın olmuş, onu merkeze almış ve diğerleriyle ittifaklar kurarak birlikte hareket etmiş ya da zıtlaşarak çatışmıştır. Örneğin, 1950'lilerin siyasetine damga vuran Adnan Menderes sermayeyi merkeze alarak milletle ittifak kurmuş, bürokrasiyle çatışmıştır. Tam da bu sebeple siyasi hayatı (ve de dünya hayatı) bürokratik-entelektüel elitin elinde, küresel ekonomik ve siyasi güçlerin iktidarının sonuna doğru taraf değiştirip bürokrasiye destek vermesinin de etkisiyle son bulmuştur. 1960-80 arası siyaseti belirleyen Süleyman Demirel bürokrasiye ve sermayeye yakın, millete göründüğünden hep uzak olmuştur. Tam da bu sebeple Demirel, ülkede tiye alınan bir siyaset tarzından başka kalıcı bir etki bırakamamış, iyi bir "idareci" olarak akıllarda yer etmiştir. Turgut Özallı 1980'ler ise başbakanın millete ve sermayeye yakın, bürokrasiye mesafe koymasına şahit olmuştur. Özal'ın siyasi hayatı (ve hatta bazı iddialara göre dünya hayatı) bürokrasinin kuşatması altında zamanla eriyip nihayete ermiştir.
1909-1950 arasında kendisini merkeze koyan bürokrasi, 1945-1990 arası dönemde Sovyet tehdidi nedeniyle devletçiliğin her alanda geçer akçe olması dolayısıyla güce tutunmaya devam etmiştir. Çok-partili dönemde siyasi elitle ve kısmen de sermayeyle birçok defa karşı karşıya gelen bürokrasi bu çatışmalardan genelde muzaffer ayrılmıştır. Bürokrasiyi bu denli başarılı kılan ülkedeki en köklü ve organize siyasi aktör olması kadar, değişimlere ayak uydurma becerisinin de yüksek olmasıdır. Sultan Abdülaziz (1861-1876) ve Sultan Abdülhamid döneminde anayasacı liberal-demokrat bir siyasi çizgiye sahipken, sultanın düşmesinin ardından 1909-1960 arasında merkeziyetçi-otoriter bir siyaset takip etmiştir. 1960'larda bürokrasi içerisinde başlayan sol-sağ ekseninde siyasileşme ve ideolojik yarılma 1980 sonrasında yerini devletçi-liberal ayrışmasına bırakmıştır. Soğuk Savaş'ın kapitalist-liberal ABD'nin zaferiyle sonuçlanması devletçi kanadın zamanla güç kaybetmesine, liberal kanadın da peyderpey güç kazanmasına yol açmıştır.
2000'li yıllara damgasını vuran Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı yapısal sınırlandırmalar altında siyaset yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyaseti milleti merkeze alarak diğer iktidar odaklarıyla dönemsel ittifaklar kurmak ve uzlaşı üretmek şeklinde tanımlanabilir. Amerikan tek-kutupluluğunun ve küresel ekonominin hâkim olduğu bir dönemde milletin oylarıyla iktidara gelen Erdoğan, bürokrasinin liberal kanadı ve dünya ile daha fazla entegrasyonu savunan yerli sermayeyle birlikte hareket etti. Uluslararası sistemin çok kutupluluğa doğru evrildiği, küresel ekonomik krizlerin yaşandığı, bölgesel altüst oluşların güvenlik sorunları yarattığı, bürokrasinin liberal kanadının darbeciliğe giriştiği, kendilerine hiç olmadık özgürlükler tanınan bazı toplumsal kesimlerin ayaklandığı 2010 sonrası dönemde ise bürokrasinin devletçi-milliyetçi kanadıyla ve siyaset kurumu içerisindeki yerli-milli unsurlarla birlikte hareket etti. Siyasi aktörlüğünü kaybetmeden statükocu bir dünyada ve belirsizliğin ve çatışmanın hâkim olduğu revizyonist dünyada uygun politikalar takip etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yapısal değişimleri iyi okuyan ve buna uygun bir hareket tarzı geliştiren siyaseti iç ve dış siyasette önemli değişimler gerçekleştirdi. Türkiye'de 1950'lerden itibaren karma bir siyasi rejim özelliği gösteren siyasi düzende bürokrasinin özgül ağırlığı nedeniyle elitizmin ağırlığı söz konusuydu. 2000'li yıllar demokrasi/popülizmin siyasi düzende önem kazanmasına ve başat unsur haline gelmesine şahitlik etti. Milli irade merkezi bir konum elde etti ve tüm siyasi aktörler siyasetlerini buna göre yeniden dizayn etmek zorunda kaldılar. CHP gibi elitist bir partinin bu dönemde popülist bir partiye dönüşme çabasını izledik ve halen de izlemeye devam etmekteyiz.
Amerikan tek-kutupluluğunun sona ermesi, küresel ekonomide ekonomik milliyetçilik rüzgarlarının esmesi ve bölgede statükonun bozulması ve revizyonist bir dünyanın ortaya çıkışı Türk dış politikasını da derinden etkiledi. Bu uluslararası yapısal dönüşümlere ülke içinde yaşanan siyasi elit değişimi, siyaset ile askeri bürokrasi arasında bir uzlaşının ortaya çıkması, askeri-ekonomik kapasite artırımı ve demokratik dönüşümün bir sonucu olarak devlet-toplum birlikteliğinin sağlanması gibi faktörler de eklenince dış politikada daha otonom ve dinamik bir şekilde hareket eden bir ülke ortaya çıktı.
Tüm bu tartışmadan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "ekonomi ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz" açıklamasını şu şekilde anlayabiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hem iç siyasette hem de bölgesinde fazlaca güç biriktirmesi ve bağımsız hareket etmesi küresel güçleri rahatsız etti. Buna cevaben bu güçler çeşitli şekillerde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı sıkıştırmaya ve gücünü azaltmaya çalıştılar. Bir dizi askeri-siyasi sıkıştırma girişimleri boşa çıkarıldı. Ekonomi alanında ise küreselciler istedikleri sonucu elde ettiler. Artan işsizlik, enflasyon ve döviz kurları nedeniyle toplumda bir rahatsızlık oluştu. Diğer yandan, ABD'de Joe Biden'ın başkanlığa seçilmesi Türkiye üzerindeki uluslararası baskıların yeniden artacağına yönelik beklentileri de yükseltti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu bağlamda yaptığı reform açıklamaları ve yapılan kadro değişikliklerini bir siyaset değişimi değil, strateji değişimi olarak görmek doğru olur. İçerde yerli-milli siyaset çizgisinde demokratikleşme ve dışarıda ise "büyük Türkiye" siyaseti hedefine yönelik otonomlaşma hamleleri aynı şekilde devam edecektir. Ancak bu amaçların gerçekleştirilmesinde başka bir strateji takip edilecektir. Bu strateji muhtemelen mücadeleyi daha dolaylı ve daha az çatışmacı bir çizgiye çekecektir.