Uluslararası siyasette yeni bir döneme girdik. Devletleri içerde ve dışarda belli normlara göre hareket etmeye zorlayan uluslararası liberal düzen arkasındaki ABD gücünün çekilmesiyle büyük oranda etkisini kaybetti. Bu durum özellikle orta ve küçük ölçekteki ülkelerin kendilerine dair kararlarını tayin etmede ellerini güçlendirir. Öte yandan dünyanın ABD ve Çin ekseninde iki-kutuplu bir yapıya doğru yol aldığını görüyoruz. İki-kutuplu yapının ortaya çıkışı yine büyük-güç kategorisi dışındaki birçok ülkenin hareket alanını genişletir. Ulusal egemenlik uluslararası merciler ve yapılar karşısında güç kazandırır.
Bir başka yapısal değişim de ABD'nin Ortadoğu'dan çekilmesi ve bunun bölgede yarattığı güç boşluğu. Bu durum, Ortadoğu'da bölgesel güç olma potansiyeline sahip ülkelerin manevra alanlarının genişlemesi ve önlerinin açılması demek. Hiç şüphesiz bölgesel düzeydeki güç kazanımlarının uluslararası düzeyde otonomi elde etmeye doğrudan bir etkisi olacaktır. Uluslararası siyasette bir kuraldır: Bölgesinde güçlü olan uluslararası siyaset arenasında söz sahibi olur.
Türkiye'de hiçbir siyasi mesele içinden geçtiğimiz bu köklü değişim dalgası hesaba katılmadan anlaşılamaz. İç siyasetteki kutuplaşmalar karşı karşıya olunan bu değişim dalgasına farklı tepkiler verilmesi noktası tarafından belirlenmektedir. Küreselci bir çizgiye sahip farklı ideolojilerden partiler bir araya gelirken, daha yerli-milli çizgiye sahip partiler de bir noktada toplanıyor. Yerli-milli çizginin ana taşıyıcısı konumundaki başkan Erdoğan liderliğinde Türkiye bir süredir ortaya çıkan bu yeni şartlara adapte olup ülkenin elini güçlendirecek bir dizi hamle yapıyor. Türkiye'nin son beş yılda peyderpey darbe ve terör saldırılarıyla savunma pozisyonuna sıkışan bir devletten içeride istikrarını sağlamış ve dışarıda hem oyun-bozan hem de oyun-kuran bir devlet konumuna geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekten de Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde kendisine yöneltilen terör saldırılarını püskürtme ve bölgeyle bağını kesmeyi amaçlayan terör koridorunu dağıtmaktan Doğu Akdeniz'de enerji kaynakları üzerindeki nüfuz mücadelesini yönlendirme ve Libya'da bölgesel güç dengelerini kendi lehine değiştirecek operasyonlar yapma noktasına geldi. Rusya ile sıcak çatışmadan uzak bir bilek güreşine tutuşurken özellikle Libya hamlesiyle İsrail, BAE, Mısır, Yunanistan ve Fransa'nın bir süredir uygulamaya koyduğu çevreleme stratejisini yerle bir etti. Tüm bunlara bakarak Türkiye'nin bölgesel güç olma yolunda kararlı adımlarla ilerlediği söylenebilir.
Ayasofya'nın tekrar ibadete açılmasının gündeme gelmesi uluslararası siyasetin ve Türkiye'nin geçirdiği bu kapsamlı değişim bağlamında bir anlam kazanıyor. Ayasofya'nın ibadete açılmasının son günlerde gündeme gelmesi bir tesadüf değil. Bu mesele, siyasetin aynı zamanda psikolojik bir mücadele olduğuna işaret ediyor. Bölgede Türkiye'ye tavır alan güçlere bir meydan okuma olduğu açık. Türkiye Ayasofya'yı ibadete açma kararı alması durumunda bölgedeki rakiplerine ve özellikle büyük güçlere kendi kararlarını alabilen bir devlet olduğunu göstermiş olacak. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye'nin bölgesel güç konumunu tahkim ederek uluslararası güç hiyerarşisinde bir üst basamağa tırmanması ve bunu muhataplarına kabul ettirmesinde önemli bir hamle ve dönüm noktası olacağını söylememiz gerek. Gerçekten de Ayasofya'nın ibadete açılmasının pratik olmaktan öte sembolik bir değeri var. Nasıl ki Fatih Sultan Mehmet Han fetihten hemen sonra ilk Cuma namazını Ayasofya'da kılarak İstanbul üzerindeki iktidarını tüm dünyaya ilan etmişse, Ayasofya'nın ibadete açılması da Türkiye'nin artık daha otonom bir ülke ve bölgesel bir güç olduğunun ilanı anlamına gelecektir. Unutmamak gerekir ki, İstanbul'un fethi Osmanlı beyliğinin bir imparatorluğa dönüşümünü sağlamıştır.
Ayasofya'nın açılması Türkiye'nin çok-kültürlü yapısına katkı sunacak
Türkiye'nin kendi toprakları üzerinde mutlak iktidara sahip olduğunu gösteren bu hamle karşısında içeride ve dışarıda ciddi bir direnç oluşacaktır. Şimdiden İstanbul'un bir başka büyük ibadethaneye ihtiyacı olmadığı, Ayasofya'nın ibadete açılmasının ülkenin çok-kültürlü yapısına zarar vereceği ve Türkiye üzerinde uluslararası baskıları artıracağı gibi eleştirileri duymaktayız. Ayasofya'nın ibadete açılmasının ibadethane ihtiyacıyla bir alakasının olmadığını bu eleştirileri dile getirenler de gayet iyi biliyor. Türkiye'ye uluslararası arenada biçtikleri güdük role uymadığı için karara demagojiyle karşı çıkıyorlar. Çok-milletli bir imparatorluğun yönetiminde asırlarca cami olarak hizmet vermiş bir yapının asli işlevine kazandırılmasının çok-kültürlü yapıya zarar vermeyeceğini de söylemeye gerek yok. Tam tersine, ülkede Müslümanlar üzerindeki baskıyı azaltacağından ülkenin çok-kültürlü yapısına katkı sunacağını belirtmek gerekir. Uluslararası baskılar da yukarıda zikrettiğimiz değişimler sebebiyle Türkiye'yi caydıracak düzeye erişmeyecektir. Ne materyal güç dengesinden ne de uluslararası hukuktan doğacak bir engel gözükmemektedir. En fazla olacak olan uluslararası medyanın uzun bir süredir Türkiye'nin otoriterliğe ve İslamlaşmaya doğru kaydığı iddialarının ve eleştirilerinin biraz daha yoğunluk kazanacak olmasıdır. Arkasında somut bir siyasi destek olmadan bu eleştirilerin Türkiye için bir maliyet doğurmayacağı da açıktır. ABD ve Avrupa'nın mevcut siyasi şartları göz önüne alındığında caydırıcı bir itirazla karşılaşılacağını söyleyemeyiz.
İç ve dış güç dengeleri hesaba katıldığında Başkan Erdoğan'ın eli bu tarihi kararın alınması için hiç olmadığı kadar güçlü gözükmektedir. Sembolik değeri yüksek bir karar olacak olması dolayısıyla, Ayasofya'yı ibadethaneye açma kararının Türk halkı için önemli bir tarihte alınması yerinde olacaktır. Ülke üzerindeki karanlık ellerin kırıldığı ve millet iradesinin parladığı 15 Temmuz bu kararın alınması için en ideal tarihtir.