Derbi sabahlarına uyanmayı, ekranın köşesinde derbiye şu kadar saat-dakika kaldı uyarısına bakmayı, hafta sonu maç programına göre sosyal hayatı programlamayı, aynı saatte naklen yayınlanan maçlar arasında kanal değiştirmeyi, her kanal değiştirdiğinde diğer maçta gol olduğunda kısmete bak deyip gülümsemeyi, şampiyonluk hesapları yapmayı, kalan fikstüre bakıp kaç puan alınabileceğini hesaplamayı, bu hafta kim sakat kim cezalı, kim sarı kart sınırında diye merak etmeyi, 90 dakikayı önce kafada oynamayı, maç bittikten sonra kaçan pozisyonları gol olmuş gibi hayal etmeyi, oyuncu değişikliklerinin geç olduğunu, hocanın neden bir forvet daha oyuna almadığını, gözümüzün tutmadığı oyuncuların iyi performansını görünce haftaya da böyle oyna canımı ye demeyi, deplasman için uçak otobüs bileti bakmayı, arabayla gidilecek deplasmana benzin parasını bölüşecek dörtlüyü bulmayı, gidilen deplasmanda ne yenir diye araştırmayı, Gaziantep'te güne beyran, Adana'da ciğer ile başlamayı, Konya'da etli ekmek yemeden dönmemeyi, Trabzon Uzun Sokak'ta taraftarlarla futbol sohbeti yapmayı, kaybedilen deplasmanlardan hiç konuşmadan dönmeyi, kazanılan deplasmanlardan iki-üç yol güzergahında durup keyfini sürmeyi, maça saatler kala arkadaşlarla buluşmayı, kaç kaç biter, kim gol atar diye iddialara tutuşmayı, golün atıldığı koltuktan maç bitene kadar kalkmamayı, uğurlu formayla maç izlemeyi, ayak değişsin diye oturulmadık koltuk sandalye kalmayınca sehpanın üzerine oturup eşten-anneden laf yemeyi, zor maçın son dakikalarına galip girince ekranın köşesinden geçen saniyeleri saymayı, geçmedi dakikalar, bitirsene hoca demeyi, penaltıda sesi kısıp gözlerini kapamayı, tribünde penaltıda sahaya sırtı dönmeyi, totem için elleri bağlamayı, ters totem için rakibi övmeyi, fark yeriz, hiç şansımız yok bugün kaybederiz demeyi, kazanınca rakip takımın taraftarı arkadaşın cebini çaldırmayı, açmadığında mesaj atmayı, kaybedince telefonu kapamayı, derbi zaferi sonrası takımın renklerindeki kravatı takıp işe gitmeyi, okula formayla girip derbi fatihi gibi dolaşmayı, direğe çarpan, direği yalayan topu, spikerlerin yükselen sesini, kaçan golleri, kalecinin uzanamayacağı köşeye giden şutları, rakibini kaçıran stoperleri, maç analizleri yazmayı, okumayı, maçtan sonra futbol programlarında işte tam da benim gibi düşünüyor deyip yorumcuya hak vermeyi, hakemin VAR'a gitmesini ve hatta VAR'da vakit kaybetmesini, ve hatta buz gibi golü vermemesini, kırmızı kartı es geçmesini, oyunu avuçlarından kaçırmasını, tribünlerden yükselen tezahüratı, omuz omuza vermiş binlerce taraftarın iki renk bir arma sevgisini, kaybeden takımı tribüne çağırmayı, kazandığında kaptanın üçlü çektirmesini, atkıları, bayrakları, pankartları, maça bilet bulmayı, maçtan eve dönerken trafiği, terlemeyi, üşümeyi, o tutkuyu;
Messi'nin çalımlarını, Pique'nin yan yan koşmasını, Modric'in topla olan dansını, Salah'ın defansın arkasına sızmasını, Immobile'nin fırsatçılığını, Mbappe'nin deli deparlarını, Neymar'ın rakibi çaresiz bırakan bilek hareketlerini, Oblak'ın 90'daki örümcek ağlarını alan plonjonlarını, Sörloth'un kafa vuruşlarını, Nwakaeme'nin adam geçmesini, Lemina'nın geriden oyun kurmasını, Muslera'nın maç kurtarmasını, Altay'ın yüksek toplara artık çift yumrukla çıkması gerektiğini, Burak Yılmaz'ın ofsaytta kalmasını, Vedat'ın tribünlere koşmasını, Gustavo'nun akıl dolu paslarını, Uğurcan'ın kurtarışlarını, Visca'nın adrese teslim ortalarını, İrfan Can'ın o meşhur çalımını, Ozan'ın üstten auta giden şutundan sonrasını kafasını elleri arasına almasını, Falcao'nun attığı-kaçırdığını, Adem Büyük'ün havalara uçtuğu gol sevinçlerini, Fatih Terim'in çizgide maçı yaşamasını ve hatta Aykut Kocaman'ın oynattığı futbolu, Sergen Yalçın'ın gözlerindeki umudu, Okan Buruk'un Avrupa ve lig hayallerini… Yeşil çimleri, dolu tribünleri hatta o garip renklerdeki kramponları ve meşin yuvarlağı...
Özlemek, çok dilde "eksikliğini hissetmek" demektir. Seni çok özledik futbol. Sen yoksan eksiğiz futbol... Gözlerinden hasretle öperiz. Bir gün kavuşmak üzere...