Her daim traşlı yüzü, minik bir servet niteliğindeki koleksiyonundan ceket ve gömleğiyle özenle kombinlenmiş kravatı, İngiliz el işçiliği ayakkabıları... Televizyon ekranında, bir davette, yemekte değil sadece Bağdat Caddesi'nde, parkta, sokakta, her yerde... Sinyor olmak bunu gerektiriyordu çünkü. 80 milyonluk ülkede Sinyor denilince akla o geliyordu. Onun İstanbul günlerini anlatan, anlatacak çok meslek büyüğüm var ama kömür gibi kara futbol yıllarında bir elmas gibi parladığı İtalya günleri için kendimi 'çizme'nin arşivlerine attım. 60'ların etkili yayın organı Il Calcio Illustrato'nun iki sayfa ayırdığı portresinin başlığı "Futbolun dadaisti". Sinyor'un İtalya macerası aslında karşılıklı bir hayal kırıklığıyla başlar. İtalya yıllarında büyük saygı duyulan Şükrü Gülesin'in tavsiyesiyle Roma şehrine gelen Sinyor'un İstanbul günlerindeki lakabı Baron'dur. Kadıköy çocuğudur Baron, son nefesine kadar da semtinden ayrılmamıştır. Moda, Kalamış, Dalyan... Aynı gün Fenerbahçe formasıyla Beşiktaş'a iki gol attıktan sonra Galatasaray'a parkede 32 sayı atan bir sporcunun gerçek olmayacak kadar büyülü gençlik yıllarına dair İtalyanlar şöyle yazar: "Biz ona Gian ya da Gianni diye sesleneceğiz. O İstanbul'un zengin ailelerinden birinin oğlu." Lazio ikinci ligdedir ve Serie A'ya çıkana kadar onu bir başka kulübe kiralamak ister. Hesaplar tutmaz, Sinyor'un memlekette bir de yapması gereken askerlik görevi vardır. Ertesi sezon Fiorentina transferi bitirir. Şimdi 50 yıl sonra bakıyorum da takımlarını bile İtalya'nın en güzel şehirlerinden seçmiş Sinyor.
FUTBOL BENİM İÇİN BİR EĞLENCE
Önce Floransa ardından Venedik ve sonunda üç yıl kalacağı Roma'daki Lazio... 60'lar, İtalyanların dünya futboluna hediyesi ölümüne defansın, 'catenaccio'nun hüküm sürdüğü yıllar. Sinyor ise eşsiz yeteneğiyle dönemin en önemli yıldızlarından Suarez'den bile üstün görülen ve çizme futbolunun efsane ismi Sivori'yi hatırlattığı için Boğaz'ın Sivori'si diye anılan bir orta saha-forvet... Calcio, hem futbol hem de tekme demek İtalyanların dilinde... Bizim Sinyor da dönemin futbol tarzı için bir antikahraman. Çok koşmaz defansa yardım etmez, ileride topun kendisine gelmesini bekler ama top geldiğinde... O günlerde İtalya'da verdiği bir söyleşide şöyle anlatır kendini: "Futbol benim için bir eğlence, oynarken keyif almak isterim, gol attığımda aldığım hazzı bilemezsiniz ki, İki-üç rakibi çalımlamak nedir bilir misin, bowling'de strike yapmak gibidir. İp gibi dizer geçerim. Ben defans oynamıyorum, forvetim, herkesin bir görevi var, ben gol atarım, attırırım, diğerleri de yememek için çalışır, hem ben geri gelirsem, rakibin daha fazla oyuncusu üzerimize gelir..." Yıllar sonra Fenerbahçe'de bir bayramlaşma töreninde yanına gelip "Beni hatırladın mı ağabey?" diyen eski bir sporcuya "Hayır" yanıtını verince "Olur mu Sinyor, senin oynadığın dönemde sağ bektim ben Fenerbahçe'de" cevabına karşılık "Kardeşim o zamanlar siz ileri çıkmaz ben de geri gelmezdim" sözü ne güzel goldür bu hayatta. Floransa'nın şık butiklerinin en iyi müşterisi, Roma'da sadece meşhur Caraceni'den özel dikim takımlar giyen, Hemingway okuyan, Roma ve Floransa sokaklarında 30 yıl sonra bile yürüdüğünde onu stadyumda izleyenlerin "Gian" diye önünde saygıyla eğildiği Sinyor... Bir İstanbul beyefendisi, beğeni çıtası çok yüksek, yaptıklarının, kariyerinin ve aklının haklı özgüveniyle iyi ki de vasatı beğenmemiş bir futbol eleştirmeni ve elbette marşlarda adı geçen, ismi tesislere verilmiş bir Fenerbahçe efsanesi... Marştan da tesisten de daha mühim olan ise hayattaki Can'lar ve Bartu'lar... Bu ülkede oğluna Can ismini veren ve Bartu adında torunu olan kaç baba vardır sizce? Grazie (teşekkür) Sinyor...