Bir film seyrettim, kapanmaz yaralarla yüzleştim.
Hadise 55'de başladı 61'de arttı. Onlara ilk jenerasyon dendi. 73'e kadar Almanya'ya işçi olarak garibanları gönderdik. Yoksul insanlarımızı.
O sıralarda bura şehirlerinde bir avuç azınlık çal oynasın vur patlasın şeklindeyken yiyecek aşı olmayan çoğunluğu köylü civanlarımız çıplak soyuldu, dişlerine bakıldı, kanları ölçüldü ve kitleler halinde trenle Almanya'da tuvaleti olmayan odalara tıkıştırıldılar. Almanların yapmayacağı işlere verildiler, düşük ücretlerle itilerek kakılarak çalıştırıldılar.
Ülkede yine o vakitler Atatürkçüyüz diye kaşlarını kıvıran darbeciler cunta kuruyor, Kemalizm diyerekten darağaçları çatılıyor, sokaklarda Gladyo ve dahi şiddete tapan sol-sağ örgüt ağaları eliyle gençler kışkırtılıp kurşuna diziliyor, ardından hapishanelerde yüzbinlerce kişi resmi olarak sıra işkencesinden geçiriliyordu.
Öyle bir devlettik ki biz vatandaşımızı korumuyor, sahiplenmiyor, köle gibi ecnebilere veriyor ve heder ediyorduk. Her on yılda bir de…
Neyse işte…
***
Almanya'da şu kadar kınalı kuzumuz, Afrikalılara reva görülen muamele karşısında devletinin elini asla hissetmeden kendi başına çabaladı. Onlara bırakın medeniyet kültürünü, eğitim bile verememiştik. Doçland'da Türkiye insanının çocuklarına okul bile yoktu. Bazı liselere saçlarını açsalar da bizim kızlar alınmadı. Ne işi vardı paryanın okulla filan?
O sıralar Almanya'da şöyle deniyordu:
"Türk kızı ile domuz arasında ne fark var? Sadece biri başörtülü!"
Bunlar yaşandı. Yalnız gezenler dövüldü. Bizimkiler ondandır belli bölgelerde yaşamayı seçtiler. Yoksa Alman ırkçılığı onları bir tür düşkün varlık gibi görmekteydi.
Sürekli geri gönderilme endişesiyle tehdit altındaydılar. Sırma saçlı çocuklar iki arada bir derede, ortada kaldı. Şirazesini kaybedenler oldu. Pinpon konsoloslarımız o esnada kokteyl parti filan veriyor, Almanlara "Bakın biz de sizdeniz" diyerekten göz süzüyorlardı…
Almanlar tarafından "Lüzumlu musibet" olarak nitelenen ve dil bilmeyen insanlarımız orada kendilerini şarkılarla ifade ettiler. Türkülerle, arabeskle, saz âşıklarıyla. Üretilen müzik biraz kabaydı. Çünkü yaşanan hayat öyleydi, beşinci sınıf bir hayattı o.
"Alamanya Alamanya bizim gibi Türk bulamanya!"
Ora ekonomisini kalkındıran Anadolu çocukları kendilerini düğün salonu-gazinodan bozma mekanlarda buldular. Kasetler çıkardılar. Kasetler milyon sattı. Sazla karışık yeniden ürettikleri elektro gitarı başlarının üstünde simit tepsisi gibi koyup çaldılar, söylediler…
Peki bu kasetler nerede satıyordu? Müzik marketlerde değil, bizimkilerin mahallelerindeki bakkallarda! Zaten Türkler Alman mağazalarına gitmezlerdi. Onlara ait bir şey yoktu Âri ırkın mekânlarında. Neden sonra sert rap söyleyen Türk gençlerinin müziği 90'larda müzik merkezlerinde satılmaya başlayınca dank etti: "A Türkler şarkı da söylüyorlarmış!"
***
Göçmen işçilere bakış Avrupa'nın utanç vesikası olduğu kadar bizim eski devletimizin de utancı. O mazlumlar orada bulgur yiyerek ve kayıp kuşaklar vererek para biriktirdiler ve bugün sırtı dik, onurlu iki buçuk milyonluk bir güce ulaştılar.
Cem Karaca oralara gittiğinde, "Burası ikinci vatan mı?" diye soran Alman televizyoncuya, "insanın iki vatanı olmaz, biz vatanımıza ana vatan deriz, o bizim ana kucağımızdır," dedi. Neşet Ertaş da bunu bilenlerdendi…
***
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı kimsesizliğimiz Almanya macerasıydı. O Nazi ırkçılığı şimdi bizim içimizde. Bunlar yok olmadı. Ahlâklı olmalı, insanımıza çektirilen acıyı başka insanlara çektirmemeliyiz.
Bugün Arap insanına ve hatta turistlerine, gurbette bize yapılanlar gibi ırkçılıkla saldırıp yüzümüzü kızartan faşistler…
Aynı cibilliyettedirler…
Meraklısına:
Cem Kaya'nın "72. Berlin Film Festivali Seyirci Ödüllü" belgeseli, "Aşk, Mark ve Ölüm" filmini hararetle tavsiye ederim…