İnsan gölgesiyle yürür daima. Gölge hep takipte, peşi sıra.
Kişinin vehimleri, paranoyaları, tasaları, gömdüğü ve unutmak istediği her şey gölgesidir onun. Hangi unutkanlık içkisini içersek içelim gölge oradadır. Bazen rüyalarımızda ortaya çıkar, bazen gerçek hayatta.
Gerçek hayatta ortaya çıkması tehlikelidir ama!
Psikiyatristlere, terapistlere taşınırız ondan sonra...
Gölgesiyle tanışan onunla yüzleşene ise barışık insan deriz. Kolay değildir insanın kendinle barışması.
Çünkü bilinir, hepimizde karanlık bir yan vardır. Yoksa nasıl açıklanır bazı şeyler? Başkası söylese ayıplayacağımız şeyleri söylemişizdir. Kiminin gerçekleşmemiş bir sabıkası vardır. Kiminin içinde faili meçhul günahlar...
İnsan kendinle yüzleşirse mutmain olur, huzur bulur. Kendindeki karanlık yanları gören kişinin başkalarına tahammülü artar. Benlik dediğimiz şey bize daima oyun oynar. "Her şeyim yerli yerinde, gittikçe daha mükemmel oluyorum," diye düşündüğümüz an gölgemize yakalanırız! Öyle ayıplar işleriz ki tövbe etmek içimizde harlayan yangını söndürmez.
Bir hikâyede bir yargıçtan bahsedilir. Katilin gözlerinde bir an için kendini görür ve katile hemen idam cezası verir. Yargıç ve yargılanan, karışık mesele. Halbuki yargıladığımız insandaki eğilimlerin hangisine sahibiz diye sorsak bir kapı açılır belki bize...
***
Asmalımescit'te Cinayet kitabımda kahramanımı ara sokaklarda takip eden bir ejderha gölgesi vardı. Gece yarıları Beyoğlu ortamlarından çıktığında beliriyordu bu gölge. Sonra eleman cinayete kurban gitmiş bir kızın hayâline âşık olur, muhabbet ehliyle oturur ve gölge kaybolur...
Masallar da bize bunu anlatır. Ejderhanın yedi başını birden kesmezsen kestiğin baş gene ortaya çıkar. Nedir bu başların özeti, kibir-öfke-hırs-doymazlık... diye gider sırayla.
Tabii hayat bu denli kolay çözümler sunmaz insana. Birçok iyi insan dediğiniz, bir bakarsınız canavarlaşır. Çünkü onun bir korkusunun üstüne basılmıştır. Şunu da söylemeliyim, insan korktuğunda bağırır, hiddetlenir. Bir yarası tırnakladığında öfkelenir, eğitim durumuna göre ya kelimelerle ya da kazma sapıyla...
Teleskopu kendimize çevirdiğimizde bunu idrak ederiz. Mesela bendeniz biraz baba sevgisinden mahrum büyüdüm. Minikliğimde "Babacığım anneciğim" diye konuşan çocuklara gıcık olur, parmaklarını kapıya kıstırırdım. Freud gibi konuşursak, içimdeki sevgi açlığı psikopatlaştırıyormuş demek zatıalimi...
Babam hiç dinlemezdi beni, bağırırdı. Daha sonraki yıllarda avaz avaz bağırırken çok yakaladım kendimi! Aslında kimseye değil korkuma bağırdığımı anlamak epey uzun sürdü. "Neden beni anlamıyorsunuz, beni sevgisiz bırakıyorsunuz?" diye içime doğru feveran ediyormuşum meğer! Bir çocuk gibi. Ya da Küçük Emrah...
Bu dünya bir imtihan yeri derken anlamalıyız ki, bu sınav kendimizle. İnsanın Allah'ın halifesi olduğunu söyler İslam düşüncesi. Öyle büyük bir yüktür ki bu! Çok insan görürsünüz yükü taşıyamaz, çıkmazlara sapar, kamburlarıyla yaşar... Tekliği, bütünlüğü, Tevhidi yani, anlamak meşakkatli iş. Sızılı, sancılı bitmez bir çaba. Hiç kolay değil 'Güzel İnsan' olmak, onu diyorum...
***
Gölge de ışık da rüyalarda ortaya çıkar çoğu kez. Zaten rüya nedir? 'Rüyet' deriz, misalen görmekten gelir kelime. Bir görme biçimidir rüyalarımız. İçimizdeki konuşur bizimle orada. Aydınlık tarafımız da karanlık yönlerimiz de çıkar oralarda ortaya...
Bir şeyh Anadolu'dan Kâbe'ye yolculuk ediyormuş. Kendisi eşek üstünde arkasında binlerce yayan mürit. Bir ara içi geçmiş. Rüyasında, "hey benim güzel Allah'ım demiş, bu kadar takipçi nasip ettin bana, bak ne kadar da yaklaştım sana!" O anda eşeği birden "zort!" diye gaz çıkarmaz mı!
Adam ayılıp silkinmiş, aşağı atlamış, eşeğe secde etmeye başlamış. Müridan şaşırmış, "Aman!" demişler, "n'apıyorsun şeyhim böyle?"
"Bu eşek" demiş Şeyh, "en büyük dostum benim, ibadetimle irfanımla büyüklenerek şişirmişim kendimi. O bana en güzel dersi verdi...