Birinci Dünya Savaşı'nın dağıttığı Osmanlı'nın kan ve gözyaşıyla korunmuş bakiyesi olarak Türkiye, aynı kapıya çıkan iki çeşit istikamete mahkûm edilmişti. Ya Muhammedî İslam'ı ve İmparatorluk bilincini külleyerek içine kapanacak, yoksul ve köhne devam edecek...
Ya da Batı'ya kesin adımlarla tâbi olup uydu ülke olaraktan tiranların insafına bırakılacaktı. Birincisi tek parti zorbalığıyla tecrübe edildi. İkincisi de küçük Amerika teraneleriyle...
Ancak kim söylemişti hatırlamıyorum, "Türkiye fazla büyük, bölünmesi yerinde olur!" da dendi...
İstiklal Savaşı'na rağmen bir mağlup psikozu Türkiye insanında hep vardı. İçerde bölücü abuk sabuk bir ırkçılık faş edilirken, nakavt olmaya bir tık kalmış boksörün rakibine sarılması gibi bir şey oldu! Batıcılık böyle bir şeye dönüştü. Türkler Hristiyanlaşsa bile bitmeyecek bir Batılı husumet daima bu ülkeyi düşman gördü, aşağıladı. Biz o zamanlar kendi kendimizi aldatmakla meşguldük. "Varlığım varlığına armağan olsun" falan feşmekân yuvarlanıp gidiyorduk.
Ayrı mesele...
Ne zaman ki kimliğimizi, geçmişimizi keşfettik, maraza çıktı. Bunu keşfetmemiz ise açık söyleyeyim çok uzun sürdü. Ne çok nesil heba oldu ne çok genç öldü ne çok aydın telef oldu ne büyük acılar yaşandı. Henüz o meselede kateteceğimiz çok yol, yememiz ve dahi hazmetmemiz gereken birkaç fırın ekmek var...
***
Yeniklik hissiyatı, batılı yaşam tarzlarını körü körüne taklit etmemize ve ülkesinden tiksinen şehirli bir seçkine, bir tür dekadansa varmamıza da yol açtı. Recep İvedik fecaatine, bel altı komedyenlere ve İslamofobik bir pornografiye alkış tutuldu.***
Son yirmi yılda olan bitene böyle bakmalıyız...***
1999'da yayınlanan ilk kitabımın adı "Vatan yahut Ben" idi. Vatan ancak 'ben' ile bütünleşirse vatandı. Baş eğilecek, tahammül edilecek değil, hatasıyla sevabıyla, "biricik benlerin biziyle" anılacak bir kavram. Bir insanlık evi, evimiz...