Kültür denince öyle ağır mevzular aklınıza gelmesin. Yeme-içme kültürü, kültürün hası...
Kerevizin şerefinden söz etmeli mesela. Sarımsak ile limonun seviyeli ilişkisinden. Bezelye ile iç baklanın aşkından. Zeytinyağın iftar açan şifasından.
Dereotunun cilveli zarafetini anlatmalı insan...
Dereotu deyince hem enginar konuşulmalı hem Kabak Kalye. Maydanoza gelince, tencere başında her konuya maydanozdur kendisi!
Vücutçular demet demet yer. Sırrı o tarikata ifşa olmuştur çünkü...
***
Geçende haberleri izliyorum, Spiker Hanım ile Uzman Bey, Kasap Köfte üstüne konuşuyorlar. Spiker hanım, "Ben hiç köfte yapmadım" diyor, havalı! Uzman, şöyle bir şişinip "Bizde de yapılmadı" demez mi?
Düşündüm, hadi hamur açamıyorsun, ortam müsait değil. Batı şeysi var, hamur açan küçümseniyor. Orasını anladık da. Köfte yapmayı bilmeyen birine ne demeli? Böyle bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olabilir mi?
Bunu da eklemeli HES koduna. Metrolara bindirmemeli...
Her türlü kıymaya ufalanan bereket. Acı suyu sıkılmış soğan, bıçak kıyımı maydanoz. Karabiber, kırmızıbiber, kimyon ve hatta 'Sucukaki' ile kendimizi şımartacaksak içine birkaç diş sarımsak. Şöyle bir yoğurup avuçta köfte yuvarlamak. Seyretmesi de yapması da büyük sanat...
Market köftesiyle ağız oyalayanlar çok şey kaçırmaktalar, onu diyorum.
Ev denen, yuva denen medeniyete zarar veriyorlar. Kadınlık ve erkeklik rollerinin silikleştiği bu çağda evin merkezini kanı deveran etmeyen bir hastaya dönüştürüyorlar.
Köfte deyince hamburger hatırlayan insanlara, dünyaya konuşan Doğulu bilgelikten bahsetmek boşuna. Lahmacun yerine pizzayı koyduğumuz an hafızamızı kaybediyoruz. Bilmeliyiz ikisinin yeri ve felsefesi ayrı...
Geçen yüzyıl Nişantaşı'na, 'Beyaz Türk' bir arkadaşımın evine gitmiştim. Bir insanı anlamak için hep yaptığımı yaptım, çaktırmadan mutfağa göz attım. Hayat izi yok! "Niye?" diye sordum. "Yemek kokusu sevmiyoruz, dışarda yiyoruz" dedi elit bir edayla...
Oysa yemek pişirmek esaslı erdem. Bir evin yemek kokması mutluluk, her şey yerli yerinde hissi! Mutfak, bizim kültürde evin merkezi. Gerçek macera orada sürmekte.
2. Dünya Savaşı yıllarında, karneli vakitlerde bulgur yemiş İstanbul halkı. O kadar bulgur yemişler ki onlarca bulgur yemeği icat etmişler. Anneannem "söylenmez tarafımızda çıbanlar çıktı" demişti.
***
Köylü milleti, efendimiz hani, çorbanın kralını keşfetmiş: Ezo Gelin! Doğra pideyi, yumul...
Taş değirmenlerde karakılçık buğdayı öğütmüşler ki efsane. Börekler açmışlar, içine dağ otları koymuşlar, kan yapmış. Dün zeytin ağaçlarını margarin ve de ilericilik adına söktüren 'akıllılar' bugün o ata buğdayını arar, o otlar için organik pazarlarda kazıklanır olmuş. Takdiri ilahi işte!..
Halbuki bizimkiler, milli irade yani, zeytini sızdırmışlar, imambayıldıyı bol sarmısaklı, kuruyu telveli, Ege çiçeklerini kabuklu pirinçle pişirmişler. Akdeniz diyeti diye bir şey yok, bu halkın açlığa direnme kabiliyeti var. Onu diyorum.
Yoksa etsiz çiğ köfte ile kısır nasıl açıklanır? O kısır ki nar ekşisi, maydanozun gözetimi, Hatay salçası ve İsot'la gönül yakar. Kimyon motive eder insanı. Balkan sofrasında patlıcan, biber ve kabakla kızarır da üstüne sirke sarımsakta saklı domates yayılır. 'Soslu' diyorsunuz siz ona biz ise: 'Kırlı Kızartması.'
Börülcenin, ebegümecinin cömertliğinden hiç bahsetmiyorum bak! İncire sevdalanmış sütün, filozof cevizin, diyabetin lokmanı yabanmersinin, zencefilin, tarçının, keçiboynuzundan harnup pekmezi kaynatan hamarat kadının asma yaprağına yazılan hüneridir anlattığım.
Halkın hikmetinden söz ediyorum. Yayıktaki deli kız türküsünün, nimete hürmetin, 'en kötü günümüz böyle olsun' diyen şükrün karabiberli mutfağına bu söz.
Ve bir selam ocakta tüten naneye, kekikten süzülen sihre...