Soren Kierkegaard melânkolinin kralı olarak bilinir. Dış görünüş bakımından bir tık 'kaçık snop' durumu da vardır kendisinde. Farklı giyinir, delifişektir, kafelere tiyatrolara girer çıkar. Kentin eğlence parkına gider ve şöyle yazar:
"Biraz önce parktaki topluluğun ruhu gibiydim, herkes ağzımdan dökülenlere güldü, herkes bana hayran kaldı..."
Aslında oradakiler için meczuptan başka bir şey değildir! Gazetelerde onunla, özel hayatıyla alay eden karikatürler çizilmektedir.
Bir de önceden âşık olduğu kadınla nişanlanmaktan son anda "Ben zavallıyım bu kadın benim neyime!" diyerekten kaçmış, kendini ortalama toplum gözünde iyice bitirmiştir.
Ancak bu gibi şeyler ona vız gelmektedir. Çünkü 'Jan Kerkigord' özel insanların, kalabalıkların alaylarına kurban gitmelerini tabii karşılar!
Diğer taraftan kendi ağdalı melankolisiyle yüzleşirken toplumsal sistemin melankolisini fark etmiştir. Bunun üstüne resmi kilise ideolojisi ile müthiş bir hesaplaşmaya girer...
***
İnsanın yabancılaşmasının, ortadan ikiye yarılmalarının, ruhsal uçurumlarının farkına varır. Yalnızlıktan ve korkudan üşüyen insanın titreyişini hisseder.
Kendi kişisel kaderi değildir bu, aynı zamanda genelde toplumun ruh durumudur. 19. yüzyılda kurulmaya başlayan ve bugünlere dek süren yeni sistemin, aydınlanmanın tanımıdır.
Çağını amansızca topa tutar...
"Bu zaman umutsuzların zamanıdır" der. Gerçek bir tutkusu olmayan, coşkunun bireyi kalbinden yakalayamadığı bir çağdır bu ona göre. İnsanın hayatı, akıl denen 'pratik akla' tapmanın sonsuz itaati altında mahvolmuştur.
Aşkın yerini 'kurnazca hesaplamaların, içten pazarlıkların' aldığını söyler. Soren, ilerleme diye topyekûn tapılan Aydınlanma Çağı mitosunu kökünden sarsar.
Birey olmanın -tam tersine- yitirildiği cafcaflı lafların arkasındaki kasvetli ıssızlığı görür...
***
Deli gibi sevdiği kadınla evlenmekten, "Bu melek gibi kız daha iyilerine lâyık abicim" ezginliğiyle vazgeçen 'Jan' kendi mızmız tereddütleriyle hesaplaşırken, bir yansıma olarak da devrimlerle inşa edilen mutlak akılcılığın gaflarıyla yüzleşir ve onu didiklemeye başlar. Zaten kadınını kaybetmiştir, hayatını kendini ve dünyayı çözümlemeye adar...
Ona göre çağdaş insanı çürüten şey teemmüldür!
Teemmül, etraflıca düşünme halidir. Ama söylendiği kadar masum değildir. Tedbir, temkin, teemmül ve ihtiyat üstünde çok fazla yatarak oyalanmak bir ikircik felcine yol açar ve insanı hiçbir şey yapamaz hâle getirir. Kişi bıkkın, şikâyet edip durarak tükenir. Çünkü o heyecanını öldürmüştür. Artık bir posa kıvamındadır.
Öz Türkçecilerin 'ölçünmek!' nüktesinde tâbir ettiği teemmül, bir şeyi ölçüp biçerek, üzerinde uzun uzun düşünerek değerlendirmek, her şeyi ince ince hesaplamak anlamındadır. Ki bu dipsiz bir sakınmanın içinde hapsolmak demektir. Ve tedirgin bireyin donuk, tatsız tuzsuz ruh halini doğurur.
Aşırı tedbir, ihtiyat, ölçülü hareket etme abartısı, insanın özgürlük duygusunu yaralar. Coşkusunu emer tüketir.
Bir kararsızlık ve pısma durumu yaratır.
Mesela enteresandır tıp sözlüklerinde temkin, bir hastalığın vücudun bir yerine iyice yerleşmesi anlamına da gelmektedir!
***
Bize sürekli gerçekleştiremedikleri hayallerini ve mazeretlerini sayıp döken insanların sıkıntısı işte budur. Ertelenmiş hayatlarla dolu bir dünyada hiç riske girmeden kendine acıyıp duranların bitmez kederidir bu...
Soren yani 'Jan' can bir filozoftur...
Kafası bulanmış bizlerin 'en modern' diye pazarlanan bir yaşama tarzının vidaları olaraktan kokmaz bulaşmaz, ölmüş hayaller bahçesinde hayıflanarak oyalanacağımızı iki yüzyıl önceden keşfetmiştir.
Zaten ona göre insan için bir şeyin gerçek olması, kişinin o gerçeği tutkuyla ta içinden kavrayıp kavramamasına bağlıdır.
Ve son noktayı koyar:
Hakiki insan, Tanrının karşısına yapayalnız çıkabilme cesareti olandır...