Ne acayip bir ülkeydi burası!..
'En Atatürkçü' askerler, cumhuriyeti kolluyoruz atarlanmasıyla darbe yaparlar, 'öz Atatürkçü' gençleri, Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkartan başbakanı filan asarlar, Gazi'ye saygıda kusur etmeyen envaı çeşit siyaset milletini toplayıp kışlalara tıkarlardı.
Yıllar geçiyor, kapışma sürüyor, halk kimsesiz bir uzaklıkta, çekirdek çitleyerek yuvarlanıp gidiyordu...
***
Ben orta bire gidiyordum.
Hovarda babamın işine yakın olsun diye İstanbul Suriçi'nden taşınmış, varoşta arsa alıp ev yapmıştık.
Yol iz yoktu. Balçığa bata çıka, taştan taşa atlayarak okula varıyor, paralimpik denge sporunda şahikalar yaratıyorduk.
Okul rezaletti. Taşan tuvaletler, asabi öğretmenler. Eğitim seviyemiz herhalde
Afganistan düzeyindeydi.
Ama sonra enteresan bir gelişme oldu!
Birtakım eğitimciler solcu oldukları için seçkin liselerden bizim okula sürgün edildiler. Biri edebiyat -Fellini gözlükleri vardı, yazarlığımı teşvik eden odur- diğeri de resim öğretmeniydi.
Resimci kumral, uzun boylu, göbekli, iri bir adamdı. Şık giyinmişti. Temiz duru bir Türkçeyle konuşuyordu. İçine düştüğüm çamur deryasına bir güneş gibi doğmuştu.
Derse girer girmez tahtaya profilden bir
Mustafa Kemal portresi çizdi. Sonra onu elipslerle bezedi. "Şimdi" dedi, "her Türk genci ezbere Atatürk çizmeli. Hadi bakalım." Hurra bir coşkuyla harıl harıl çalıştık sonunda portreyi, kaşlarının çatalına kadar resmettik. Benimki fena olmamıştı.
Hâlâ da tırak diye çizerim o profili...
Bilgiye açtım. Heyecanlanmıştım.
İkinci dersi sabırsızlıkla bekledim. Hoca geldi ve Türkleri anlatmaya başladı. Dedi ki, "Asıl Türkler sarışın, beyaz tenli, açık renk gözlü olurlar." Sabırla konuya gelmesini bekliyordum.
Biraz sonra resim sanatını önümüze sürecek, cehaletimize nur ya da ışık inecekti.
Fakat öyle olmadı.
Hoca "mesela" diyerekten beni gösterdi.
"Bu arkadaşınızın tipi Türk tipi değil!
Sanırım Arap..." Bir an kulaklarıma inanamadım! Kafama yumruk yemiş gibi olmuştum. Duvarlar gidip geliyordu. Bana mı diyordu bu?
Allah'ım ben neydim ya?
Yaz boyunca evin bahçesinde yaşamıştık.
Kardeşimle inşaat varillerinin içinde yüzmüş, taşta toprakta torlamıştık.
Anam güneşte yanmayalım diye başımızdan aşağıya zeytinyağı dökmüş, yağın etkisiyle simsiyah olmuştuk. Olmuştuk da aslında ben ne zaman aynaya baksam, seyrettiğim filmlerin etkisiyle sanırım, kendimi hadi sarışın demeyeyim de bir nevi ecnebi tipinde görüyordum! Amerikan filmlerine gidiyor, TV'de kovboyların müptelası oluyor, geceleri babamın iktidarında batı müziği dinliyordum. Yerli filmlerin kara kıllı tipleri "başka bir gezegendendi abicim!"
***
Adam bana Arap demişti. Ah o zeytinyağı ah! Karizmamı beş paralık etmiş, herkesi güldürmüştü. Zaten sosyalleşmeye çalışan tuhaf bir yabancıydım. Şimdi bir de bu!..
Öğretmen herhalde halime acıdı, ailemi sordu. Sesimde ağladı ağlayacak bir ton, asker kökenli babamdan, dedemin vali vekilliğinden falan bahsettim. Tabii ana tarafımın Balkan Geylanî köklerini söylemedim. Çünkü bu mevzu, anneannem hariç, çekirdek ailemizde unutulmaya çalışılan kötü bir hatıra muamelesi görürdü. Bilirdim.
Resimcinin, o kenarın kenarı semtte böyle bir çocukla karşılaştığı için kafası karışmıştı! Eliyle havayı yumuşatan, 'boş ver' anlamına gelecek bir işaret yaptı.
"Tamam" diye hazır ola geçti: "Ne demiş ulu önder, kendine Türk diyen bizdendir..." Hepimiz ayağa fırladık ve avaz avaz 'varlığım varlığına armağan olsun' şekline büründük...
***
Resmi Türk Soluyla böyle tanıştım. İlk dersi böyle aldım.
O günden sonra, 27 Mayıs filan, yıl dönümü törenlerini kaçırmıyor, merdivenlerin üstüne çıkıyor, hüngür şakır şiirler okuyor, çığlık figan bağırıyordum.
Bilinmezdi, belki de resimcinin boynuma astığı yafta bir gün tamamen unutulurdu...