Hayatımın her döneminde kadınlar üstüne bir tartışmaya tanık oldum. Ya etek boyları tartışılırdı, çapkın ve ağır sosyalist abiler mini etek taraftarı olurdu. Ya da arka mahallenin asileri mutaassıp gelenek göreneklere uymaya çalışırlardı.
Kentin tuzu kuru orta sınıfları, kapitalist sistemlerde kadın cinsiyetinin bir meta olarak kullanılmasını teoride konuşurlar, pratikte örtülü maçoluğun altında sakil bir zamparalıkla iki seksen yatarlardı.
Kızgın, baskıcı bir Batıcılığın öteleyip incittiği Anadolu dindarları ise kendi içlerine kapanmış, dar alanlarda seçtikleri kıyafetlerle yaşayıp giderlerdi...
***
Daha sonra muhafazakâr olarak tanımlanan kentli toplumsal kesimdeki tartışmalar geldi. Örtünmenin biçimleri, boyu, şusu busu gündeme çıktı. Ellerinde cetvelleriyle 'kumaş ölçen allâmeler' neyin dindarlık neyin başka bir şey olduğunu anlattı durdu... Saçını şöyle örtenler, böyle giyinenler eleştirildi. Bazı hanım yazarlar iki farklı, eski-yeni Türkiye'de de hâkim olan erkek egemen düşünceye işaret ettiler ama söyledikleri güme gitti.
Şekle şemaile değil içe, iç yolculuğa, mânâya bakılması gerektiğine, 'Ey insanlar' diye konuşan hakikatin evrensel diline dikkat çekenler ise... Kışkırtılmış, sathi bir çekişmenin toz toprağıyla susturuldu. Yani kavga gürültü galip geldi.
Konuşmamız, ortak noktaları öne çıkarmamız, unuttuğumuz kök medeniyetin içinden yeni kavramlar serdetmemiz, dünyaya yeni 'bir oluşlar', yeni mutabakatlar sunmamız böylece önemsizleştirildi.
Bir tarafta modernizmin kadını fabrika bandına, gösteri dünyasında teşhire yakıştıran kaba feminizmi, diğer tarafta cinsiyetçi bir güdüklüğün ıstırabı aldı başını gitti. Böylece de meselenin gündelik hayatımızı acıtan problematiği aklıselim zihinlerde gizli kaldı.
***
Bu durum çok sesli bir İstanbul Müslümanlığında, Geylani anneannenin usturubuyla yetişmiş biri olarak naçar zatım gibi -ne yalan söyleyeyim- hepimizi yaralıyor. İskambil oynayan, sabah kahvesinde mahallenin hanım ablalarıyla derin muhabbetler açan, dışarıya çakarken çenealtı başörtüsünü takan bir son Osmanlının, "evladım insanın terbiyesi, edebi içindedir, içinde!" sözleriyle büyümüştüm...
***
Geçende medeniyetimizin, Anadolu Bilgeliğinin kurucularından birini, İbn Arabi'nin 'açılımlarını' okurken şöyle bir anekdota rast geldim.
Arabi hürmetle, Endülüs'te annesinin sohbetlerine devam ettiği bir kadından bahseder. Dağlarda ve deniz kıyılarında dolaşan, şehre hiç inmeyen Fatıma bintü'l Müsenna adındaki Sufi Hanım için o elleriyle sazdan bir kulübe yapmış. Bu hanım veli vefatına kadar bu kulübede oturmuş. 0 sıralarda 95 yaşında olan Fatıma Hanım, ağlayan dervişlere hayret ettiğini, Allah'a bakanların ağlamak yerine neşelenmeleri gerektiğini söylemekteymiş.
Şöyle der Arabi nam bilge: "O bana dedi ki, senin annen Nur, senin toprak anandır, ben ise ilahi ananım..."
***
Oralardan bugünlere nasıl geldik derseniz, orası tam bir muamma. Kadınlara yönelen insafsızlığın, onları koruyan ilkelere dönük hiddetin altında yatan zifiri karabasanlara hiç de layık olmadığımızı düşünüyorum.
Bilemiyorum, belki de ana tarafımın Balkan dergâhlarından gelmesinin, erkek evlat olmayınca dergâhın postuna oturan büyük annem Tevhide Molla'nın, Kadın Bilgelerin, o silsilenin, o nesebin iç konuşmasıdır bütün bunlar.
İsimlerine kurban olduğum o hanımefendilerdir belki de kalbimde kanat çırpan kelimeler.
Kim bilir belki de o pınarın latif su kuşlarıdır onlar...
Meraklısına: İbn Arabi Düşüncesine Giriş - Mahmud Erol Kılıç - Sayfa 36