Kasımpaşa bana ilaçtı.
O vakitler İstiklal Caddesi'nde oturuyordum. 1894 büyük depreminden sonra yapılmış bir anıt binada. Girdiğimde dökülüyordu. Suları kesikti. Çatısının üçte ikisi akıyor, yangınlar çıkıyordu. Sahipsiz kalmıştı. Kurtlar Vadisi tadında yönetiliyordu. Yazdık, çizdik, inşa ettik, oturulabilir hale getirdik. Anıtlar Yüksek Kurulu'nu komşu kapısı yaptık.
Fakat 'Beyazlar' orayı fark etmiş, caddenin Tünel tarafı da, Galata da cehennemi bir eğlence kültürüne esir olmuştu. Gürültü azap olarak yükselmiş, tarihi binalarda kulüpler açılmış, ses rezonansı kolonları çatlatmıştı. Naralar, sokak şarkıcıları sabaha kadar çınlıyordu.
Final belliydi. Bizim gibi sanata meyilli romantik sakinler açısından Beyoğlu bitmişti. Uzatmaları oynuyorduk.
Onu diyordum, alışveriş için Kasımpaşa çarşısına inerdim. Esnafla arkadaş olmuş, kahvelerindeki sükûna bağlanmıştım. Sabah namazından önce yürüyüşlere çıkar, küçük meydanda börekçide kahvaltı eder, işine gücüne koşturan insancıkları izlerdim.
Yukarda İstiklal, Cihangir, Galata ecnebi bir çöküşle sızmışken, burada hayat yeni başlıyor, tepelerdeki janti uğursuzluk mutedil insanların küçük hayatlarına hiç sızmıyordu. Hayat, birbirine yabancı gezegenler gibi başka uzaylarda akıyordu.
Oturur, sıcacık kalabalığı, ülkemi yansıtan kilim desenlerini, yaşlı Romanların Karadenizlilere attığı lafları, dik ve onurlu yürüyüşleriyle delikanlıları, sokakları dolduran bebek arabalarını, selamlarla süren hayatları temaşa ederdim. İçinden geçtiğim ruhi anaforun ucunda gözüken ışık gibiydiler.
Beyoğlu'nun o acımasız entel cangılında yazdığım senaryo çalınmış, kalbim kırılmış, üstüme basılmıştı. Kendime kapanmış, çorbayı kaynatacak küçük işler yapıyor, ilk romanımın düzeltmeleriyle uğraşıyordum.
Bir gün yine alışverişimi tamamlamış, yüklerimle kısa mesafe bir taksiye atlamış, caddeye çıkıyordum. Yağmurlu bir gündü. Kış, ön solistini, ayazı ortaya çıkarmıştı.
Takside birden bir radyo açıldı. Radyodaki genç adam duygusal bir sesle konuşmaya başladı:
"Ah benim Allah'ım sen ne güzelsin. Benim canımsın. Elimi tutansın, halimi bilensin. Seni öyle çok seviyorum ki bilemezsin. Ah benim güzel Allah'ım, canım, sevdam, beni unutma!"
Böyle gidiyordu 'deli' konuşma. İçim ılık bir tebessüm ve güven duygusuyla dolmuştu. Havayı bozmamak için şoföre hangi kanal diye soramıyordum. Dışarda merhametsiz bir fırtına vardı.