Patlıcan moru ceketimle eski SABAH'ın İkitelli'deki binasından içeri girdiğimde, uzun saçlı, sakallı bir gençtim. Atilla İlhan'ın yayın danışmanlığı yaptığı dergilerde bir şeyler çiziktirmiştim ama profesyonel gazeteciliğe yeni adım atıyordum.
Medya camiasının -eh- demokrat starları yeni bir dergi kuruyorlardı.
Uç bir masada görüşmeyi beklerken etrafa göz attım. Çeşitli yerlerden tanıdığım gazeteciler serbest hareketlerle dolanıyor ve nedense tümü zatımı görmezden geliyordu. Hatta birisi bir kıyı köyünde işlettiğim lokanta-kampingi anıştırarak "Lokantacılar da gasteci oldu ya!" diyerekten laf bile çakmıştı. Aklımdan bana taktığı hesap pusulaları geçti, ama hiç renk vermedim.
Çok geçmeden güleryüzlü bir hanım gelip görüştü. Ciddi ve şefkatli bir edası vardı. Gülay Göktürk ile öyle tanıştım.
Benden haber önerileri istemişlerdi. Bir kâğıda bir şeyler yazdım. Ortamda kâğıt yoktu sadece biz 'çaylakların' masasına koymuşlardı. Her yön bilgisayar tarlasıydı. Şafak atmıştı tabii! Çünkü bilgisayara karşı Neandertal İnsanı tadındaydım.
Sonunda şahsımı 'deneme muhabirliğine' aldılar. Deneyecekler sonra karar vereceklerdi.
Ertesi sabah endişelerim ve yeni meslek için duyduğum taşikardimle oradaydım. İkitelli'ye toplu taşıma yoktu. Otobüs, minibüs ve otostop çekmiştim.
Aslında öncesi sinemada karar kılmıştım. Çağın filozoflarının yönetmenler olduğuna inanmış, sinemacı olmak için türlü filmlerde asistanlık yapmış, aç açıkta kalmıştım.
Oysa bir derdim vardı, dünyaya anlatmak istiyordum. İdeallerinin peşinde ter tepelek bir çocuktum. Kimsenin çokbilmiş bir asistan aramadığını; el ve ayak bileklerimde ve de koltukaltlarımda 'stigmata' yani sulu yaralar çıkınca anladım.
***
Neyse işte, SABAH'ın büyük salonuna girip kimsenin iltifat etmediği arka bir masaya yerleşince bilgisayarı açtım, uğraşmaya başladım. İlkokul yıllarında evdeki daktiloyu harap ettiğim için F klavyeye alışıktım.
İlk hafta, gece yarıları son servise kadar bilgisayarın başından kalkmadım. Bir kaç kere göçerttim ama sonunda aleti çözdüm. 'Seni yeneceğim teneke kafa" diye şey etmiştim...
Binanın en sevdiğim yeri ise tertemiz tuvaletleriydi. Yemekhaneyi keşfetmem için birkaç gün geçti. Çünkü kimse davet etmemişti, ben de yerimden kıpırdamamıştım: "Ne olur ne olmazdı abicim ya!"
İlk haberim kapak oldu. Sonra asıl kadroya aldılar. Sonra köşe verdiler.
Ardından öğrendim ki, yazı işleri müdürü "Ben bu hippi kılıklı adamı sevmedim, atarım ben bunu" demiş. Bir kaç yıl sonra yayın yönetmeni olduğunda bir methedici kaside de o yazdı hakkımda...
Müteakiben Özal hakka yürüdü, demokratik kanallar tıkandı. Tazminatımı almadan istifa ettim, gittim.
Peşinden yönetici olarak başka bir gazeteye geçmem, masayı devirip ayrılmam sıkıntılı bir konu. Siyaset yazmamak koşuluyla bir süre Yeni Binyıl Gazetesi'nde, birkaç haftalık dergide dolandıktan sonra "Başlarım medyasına!" raddesine geldim, kalabalığın arasına daldım.
Sivil hayatta roman yazar, kültürel projelerle uğraşırken devir değişti, darbeci kafa yenildi.
Kendimi yine SABAH gazetesinde, pazar yazıları yazarken bulmaz mıyım?
SABAH mühim bir nokta yani benim hayatımda! Artık bunu kabul etmeliyim.
Bu gazete tarihinde hep genç olmaya yönelmiş. Yaşı da genç!
33. doğum gününe dönersek, bu gün Yeni Türkiye dediğimiz arayışın uçak gemilerinden biri. Başka bir çağın farklı medyasını yaratmak için derdi ve de fikri olanlara buradan bir selam çakmak isterim.
***
Bir gün gazetenin bahçesinde turlayan idolüm
Engin Ardıç'ın yanına gidip kendimi tanıştırmıştım. Laf nereden geldiyse, "Saçlarımı kestirmem ben usta" ya gelmişti. O ise, "İnsan hep öyle söyler ama finalde keser" diye tutturmuştu.
Haklı çıktı, tam kesecekken, saç kalmadı, döküldü! O delimsirek çocuğun içinden başka biri göründü.
Vakitler devrildi. İnatlaşmalar geçmişin sisinde masum birer hatıra.
Şimdi ben bu yaşımda; o romantik çocuğun, o uzun saçlı, mor ceketli delikanlının yetiştiği kuruma, SABAH'a, 33. yaşı için bir demet papatya atıyorum.
Tutanın olsun...