Ne güzel bir hayvandır tavus kuşu!
Açtı mı kuyruğu, renk cümbüşünde kalır insan. Boynuna, kanatlarına, sürmeli gözlerine hayran olur, bayılır.
Âdem ile Havva'nın cennetten kovuluşunun müsebbibi odur fakat!
Çünkü iblis onu kandırmış, bir inci tanesi olarak kendini ona yutturmuş.
Tavusun ağzından girmiş, yılanın kuyruğundan çıkmış, cennete girip önce Havva anamıza, sonra Âdem aleyhisselâma yasak olanı yedirmiş, nefsin, egonun bağlarını çözerek, ihtiraslara köle etmiş ve sonra da onları cennetin kapısına koydurmuştur...
Bilim adamları da der ki, tavus kuyruğuyla konuşur! Dişisini öyle tav eder. Bir hışırtı çıkarır, insan kulağı duymaz, kuş duyar. Bir tür büyü yapar, görkemli kuyruğunu göz göz açar, karşısındakine 'hapı' yutturur.
Bir de Darwin, ateist evrimci insan, çok gıcık olurmuş tavusa! Ulan dermiş "Şu tavusun kuyruğu olmasa iyiydi!
Şimdi nasıl her şey rastlantıysa, bu renkler nasıl tesadüfen?" Neyse işte hurafe muhtelif. Konumuz da o değil zaten...
***
Vakti zamanında anlatılır mesela; tavus öyle edalıdır ki su kıyılarına inmekte, kendine bakmaktadır. "Off!" demektedir, "Bir varlık bu kadar mı şahane olur be? Böyle güzelliğe ölüm yakışır mı ya?"
O zamanlar sesi de bülbül gibidir. Şakıdı mı dağlar yarılır, ağaçlar aşkla titrermiş. Afallarmış tabiat, "Bu ne ihtişam böyle!" diyerekten. Ayaklarına gelince, bir çift kelebek diyeyim, siz anlayın artık ötesini.
Zaten iblis de önce iltifat ederek yanaşmış ona: "Yazık, bu muhteşem şey, bu gökkuşağı yitip gidecek. Ölüm sen cennetten kovulunca senin için de olacak! Ama beni hap gibi yutarsan, bak veririm sana ölümsüzlüğü"
Sonra da işte tık diye kuşun içine girmiş, içini tarumar etmiş...
***
Geçende bizim akıllı sarışınlar söylediler. Bir hap içiyorlarmış (Telomer) genlerinin kuyruklarını uzatıyorlarmış. (Bak sen!) 200 sene falan yaşayacaklarmış. Ciddi ciddi orada, burada konuşuldu, yazıldı bunlar.
Onları düşündüm. Bizim tavusları. Nefsin, içimizdeki keçi bacaklıların, bencilliğin zehirli incisini yutan o talihsiz kuşları.
Tavus, öyle kendini beğenmiş, öyle burnundan kıl aldırmaz, öyle sırılsıklam narsist bir varlıkmış ki. Bürüm bürüm dolanır, aynalarda kendine bakmalara doymaz, dolduruşlara gelir, zatına tapınırmış.
Entel bi' hali de varmış benim zannımca. Şöyle saçlarını savurur, İngilizce-Fransızca şiir söyler, böyle ayak ayaküstüne atar, alınteri insanlarına "öf kokuyorlar" diyerekten sitem eder, kendi gibi güzellerle takılır, rayihalar, iksirler içer, aynadaki aksinden 'serhoş' olur, ona buna atar yapar imiş.
Her lafının ortasında 'eğlendik, keyifli, keyif aldık' gibi kelimeler eder, Kanada mı desem, Berlin mi desem, Dubai mi desem ne desem bilemiyorum oralarda ev alır, ben sıkıldım bu kara kalabalıktan, diye isyan ederekten eder imiş...
Fakat bizim meselemiz tabii tavus kuşunun mizacı değil, ayakları! Oraya gelelim. Ferüdiddin Attar ile Sühreverdi, o büyük âlimler de yazmışlar tavus kuşunun acıklı macerasını. İnsanoğluna mecazlarla feyz vermişler.
***
Bizim tavus işte bir gün yine böyle 'dünyaları ben yarattım' havalarında gezerken, eğilip ayaklarına bir bakmış ki, o da ne?
Ayakları adeta yanmış, kurumuş, kara, kıllı bir şey olmuş! O kelebek kanadı ayaklar gitmiş, pis tırnaklı bir cehennem pençesi gelmiş, üstüne oturmuş.
Ağzını açıp o billur sesiyle "Ah nedir bu güzel başıma gelenler" şeklinde bir gazel okumak istemiş ama nafile. Sesi alınmış ondan. Gırtlağından sadece bet bir ses çıkıyormuş: Graaak!
Denir ki, bugünkü tavus kuşları Allah'ın gazabına uğrayan o tavusun ibretlik torunlarıdır. Ondandır, bir böyle kuyruğunu açar mest olur, bir ayaklarına bakar, dersi hatırlar, çığlık atarlar.
Arada tavusun 'ayaklarına' bakmalı. Sesimiz ensemizden çekilip alınmadan önce oradan bir nasihat çıkarmalı. Onu diyorum…