Ellerim soyuldu düşünmekten.
Bu şehir bu yaz biraz daha terli. Gerçi yağmurlar yağdı ama harareti kesmedi.
Çengelköy'ün tepelerinde yürüdüm, beton yükseliyordu, ama 'yeşil' hala ev sahibiydi oralarda.
Ağaçların altındaki birbirine benzemez evciklerin farklı maceraları görülebiliyordu. Bahçelerin eğri çitleri, çatıların kavisleri çılgın hikayeler anlatıyorlardı. Demokrasi nedir ki zaten diye düşündüm. Bireyi kendini gerçekleştirmesi için serbest bırakmak.
Eksik olan şey Osmanlı kentleri üstüne, İstanbul üstüne düşünen bilge mimar Turgut Cansever gibileri kaale almamak, evrensel yıldız kümelerini andıran medeniyetin yerleşim fikrini anlamamak, Mimar Sinan'ın torunları olduğumuzu unutmak, beyni yanmış bir serkeş gibi reddi miras yapmak. Ve böyle dımdızlak kalınca da ah'lanıp vah'lanmak...
Tabii birey deyince akla hemen burnu büyük Beyazlar geliyor, biliyorum. Fakat gerçek farklı. Şehre gelmiş, sebzesini meyvesini çiçeğini ekeceği bahçeli evler düşlemiş, yapmış Anadolu bireyliğiydi bu. Varoşlarda yaşayan bir ressamın halk sanatı denen tablosu kadar gülümseten, sıcak ve ilham verici.
Öte yandan uzaktaki gökdelen siteler sanki bu hengâmeyi seyretmek için yapılmışlardı. "O kadar para, değer miydi yani?" diye dikeldim. Beton bloklara, pagan işaretlere sırtımı döndüm.
Çengelköy 15 Temmuz'u göğüsleyen insanların köyüydü aynı zamanda. Şehitler vermişti. İncelikli evlatlarını vurmuşlardı onların. Bu insanlara bir selam çakmadan adaletten bahsetmek, aksine "16 Temmuz darbesi var" demek nasıl da büyük ayıptı!
Önce insaniyet lazımdı.
Adalet bizim için mühim meseleydi ama önce insaniyet gelmeliydi. Bir darbenin yenildiğini kabul etmeyenin, sokakların direnişine bir selam çakmayanın, onları küçümsemeyi alışkanlık haline getirenlerin adalet isteği içi boş bir istekti.
Darbecilere değil de, şehitlere, gazilere mi dava açmak istiyorlardı yani?
Yani kıymeti harbiyesi yoktu böyle bir 'Adalet'in. Adalet yürümüyordu. Foyam ortaya çıkıyor korkusu yürüyordu, işimiz bitti şeysi yürüyordu. Öyle batmışlardı ki geri dönemiyorlardı...
Kafamdaki kasveti savurdum, bayramı hissetmek istiyordum. Şehrin hızlı vasıtalarına atladım Taksim'e geçtim. Toplu taşıma meselesinde füze olmuştuk.
Fakat ne yalan söyleyeyim Taksim Meydanı'nın düz çimento hali içimi acıttı. Bu netameli meydan bir çiçek bahçesinin, bir korunun sempatisiyle döşenmeli, iç açıcı olmalı, bir hayalet gibi dikilen AKM'nin inatçı molozu da artık temizlenmeliydi.
Sonra Üsküdar aklıma geldi. İyi niyetli işler, evliyaları ve insanlarıyla şehre efsunlu bir koruma vaat eden semti incitmişti. Her konuda kadim estetik kaygılara geri dönmeliydik.
Bu şehir bizim mecazi aşkımızdı. Bayram tatiline koşanlar gidince kendi ruhuna geri dönecekti. Bizden önceki kuşakların sözleri gayri ihtiyari ağzımdan çıktı: "Fazla kalabalıktı fazla, hayat sıkışıyordu burada."
Üst üste yığılmış balta girmemiş çalılıkları andıran 'Yağmur Apartmanları' bizi daha gergin ve daha yüzeysel mi yapıyordu ne?
Ahmet Hamdi'nin, Nazım Hikmet'in, Necip Fazıl'ın, Kemal Tahir'in, Orhan Kemal'in, Sait Faik'in, Sezai Karakoç'un, Mustafa Kutlu'nun, Didem Madak'ın şehri dipte bir yerlerde yaşıyordu.
Ne var ki tepegöz bloklar uygun adım yaklaşıyor, bir ev edinmenin makul telaşına karşı şehir ne yapacağını bilemiyordu. Çaresizliği hissettim.
İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin'in hocası Hacı Bayram-ı Veli şöyle yazmıştı:
"Çalab'ım bir şar yaratmış iki cihan arasında / Bakıcak didar görünür, o şar'ın kenaresinde."
Çalab tanrı, şar şehir demekti. Hacı Bayram, şehir derken kalp demek istemişti. Yani iyiliğin güzelliğin hikmetin cem olup toplandığı yer.
Bakınca yüzü görünür diyordu, sevgilinin, aşkın, Hakkın yüzü görünür, bakınca o şehrin kenaresinden!
Kalbin şehirlerini hayal ederken ellerime baktım, soyuluyordu. Kurdeşen döküyordum. Deri dökmek iyidir diye geçirdim. Bakalım altından ne çıkacak?
Bayram mübarekti bir de...