Havada pastırma yazı, havada yeni bir silkinişin kıpırdanışları vardı. Havada zor geçecek bir kışa -hep kutup soğuğu diyorlar ya ondan- hazırlanan genç bir ülkenin enerjik adrenali...
Kulaklığımda birden Hozan Beşir diye ince bıyıklı bir adam! Elfida diye bir şarkı söylüyordu. Çileli bir sesti, bağrı yanık bir Anadolu.
Arka sokakların kan kardeşi gibi bir şeydi, içimi yakıyordu. İnsanın çıkıp caddenin ortasında, kollarını kaldırarak trafiği kesesi geliyordu. Fakat kendimi tutuyordum! Deli derlerdi resmen. Gayri resmi bir deli olarak kalmak istiyordum...
Onu diyordum. Evvelsi gün gittim Harbiye SGK'ya olan borcumu çıkardım. Bir hata vardı onu düzelttim. Bankodaki memur sanki aileden biriydi. Öyle sıcak davrandı. Devlet yavaşça değişiyordu.
Serçe ürkekliğinde bir işçi hanım benimle birlikte sıradaydı. Gözleri şefkatle, hüzünle parlıyordu. İşini çabucak halledince gülümsedim. O da bana usul bir devrim kadar mahcup tebessüm etti.
Oradan Taksim'e, İstiklal Caddesi'nden de Tünel'e doğru yürüdüm. Cadde çok değişmiş, sıradanlaşmıştı. Yoldan geçenlere bile mekan açma ruhsatları verilmişti. Gittikçe daha açgözlü, daha obez bir caddeye benziyordu bu! Oralarda bence bir hata yapılmıştı, yapılıyordu.
Havada kriminal bir atmosfer vardı. Bir tatsızlık, bir sirk şeyi...
Neyse dedim kendime, "huysuz ihtiyarlığı bırak etrafa bak!" Evet, giysiler parlıyordu, burunlar pudralanmıştı.
Onu gördüm...
Uzun yıllar ikamet ettiğim hanın önünden geçerken şöyle bir göz attım. Zarif bir gümüş yüzük gibi uzanıyordu yine. Reklamcılar, işini bilir mimarlar ve kafeleriyle yaşıyordu artık. Popülerlikleri darbe yıllarının üstümüze bir JİTEM gibi çöken faşo etkinliklerinde kalmış birtakım asabi ünlüler, her fırsatta Kemalizmleri sızlayan seçkin hanımlar dolanıyordu koridorlarında.
Yeni Türkiye tarafından ihmal edilmiş bir caddenin kasvetli iç bakışıyla bakıyordu bana. Usulen selam verdim de geçtim.
Mutedil akşamüstleri, İstiklal 'in Beyazlar tarafında henüz işgal edilmemiş Tünel tarafındaki zarif apartmanların eşiklerine oturup lakırdı parlattığımız alınteri insanları buhar olmuşlardı.
Birkaç esnaf, bir futbol hastası berber, belki gece bekçileriyle birlikte ezan sesine uyanılan sabahlar, etekleri çiçekli mütevazı öğretmenlerin işe yetişme telaşları çoktan toz olmuştu.
Bazı sokaklar karanlık bakışlı herifler tarafından tutulmuştu. Sağda Asmalımescit, paran kadar konuşacağın bir gevezelik, alkolik bir depresyon gibi surat asıyordu. Belediyeye mi kızıyordum, yoksa içinde düşmanlık büyüten Beyaz Türklere mi? Bir zamanlar hayran olduğum caddenin geldiği azgınlık noktasına mı gıcıktım? Yoksa ilerleme diye yutturulan yağma hissiyatına mı? Belki de kendime kızıyordum, kim bilir... O solmuş tarihlerdeki şapşal romantizmime.
Derin mevzulardı bunlar. Birkaç psikologsosyolog neslini eskitebilirdi kolayca...
Feda edilmiş bir kuşaktık kısaca. Kulaklığımdaki şarkıcı bilmiyorum kaçıncı kez "Elfida" diye bağırıyordu.
"Ey İstiklal, ey hayal kırıklığım, ey Turist Enteller, ey ecnebi kibir ey... Ne kaşarsın sen!"
Kimse duymadan dedim bunu ama. İçimden geçti kelimelerin tramvayı...
Caddenin hem sonunda, hem solunda, Mevlevihane kayıp bir hazine haritası gibi duruyordu. Şeyh Galip orada yoldan geçenlere "Zübdei alemsin sen!" -alemlerin kalbisin sendiye sesleniyor, sesi o seküler gürültüde kaybolup gidiyordu.
Tünel Metrosunun çıkışında İETT'nin AKBİL yerine girdim. İçerisi kalabalıktı. Fiş aldım duvara yaslandım. Rapçi şapkalarıyla Arap öğrenciler, başörtülü tombul teyzeler ve beyaz sakallı amcalar muhabbetteydi. İlerde saz gibi narin bir kız telefonuna gülümsüyordu. Çağ değişiyordu. Dizleri özenle yırtık ve anasından öyle doğduğu intibaı uyandıracak kadar dar kotuyla bir başkası saçlarını sular seller gibi salmıştı. Masadaki örtülü örtüsüz memureler herkese eşit mesafedeydi. Elinde telsizi olan acar bir kadın -belli ki gözetmen- olayları gözlüyordu. Sürmeleri keskin kenarlıydı. İBB'yi kadınlar yönetiyordu.
Tam o sırada elinde torunu tombalacık bir teyzem "A be" dedi, "bunu dolduracak yer nerde?"
Kapının yanını gösterdim. "Orda işte be ya, bak işte orda!"
Elindeki minik oğlan koptu gitti, kartı makinaya dayadı. Fakat parayı bir türlü koyamadı. Basketçiye benzeyen bir delikanlı fırladı, yardım etti.
Anneannem gibi güldü anacık. "Sağ olasın maacır mısın sen de?" "Maacırım ama eski." "Ben Selanik" dedi. "Kurban olurum sana" dedim. Etraftaki insan tarikatı bizim tuluatımızla eğlenince, mis gibi memleket koktu ortalık.
Sonra çıktım Karaköy'den Kabataş'a doğru yürüdüm. Esma Sultan Camii hala tadilattaydı. Düşündüm, hepimiz muhacirdik bu hayatta.
Fındıklı Parkı'nda bir banka oturdum, âşık olduğum şehre baktım. Denizinde akşam oluyordu. Cebimde gıcır bir AKBİL, içimde çın çın bir şarkı, "şükür" makamında çalıyordu...