Film şöyle başlar: Arkada, yeniden kurgulanmış geniş bir resimde Surlar! Sarayburnu'nu, Topkapı Sarayı'nı içeren İstanbul siluetinin önünde, lacivert bir denizin, kurşuni bulutların altında, sivri burunlu bir Osmanlı sandalı!
Sandalda soluk harmanileri ve sarığıyla gizemli bir yolcu ve karşısında kürek çeken kalender meşrep bir baldırı çıplak, kayıkçı...
4. Murat devri. Padişah tarafından, mey ve tütün içmek, fal bakmak yasaklanmış. Zor zamanlar.
Ve bir gece 4. Murat tebdil-i kıyafet İstanbul'a indiğinde, karşıya geçmeye karar verip bir sandal kiralamış.
Sandalcı müşterisinin sultan olduğundan habersizmiş elbette. Bir süre gittikten sonra kürekçi denize sarkıttığı bir ipi çekmiş. İpin ucunda bir testi! Sultan, "Ne var o testinin içinde muhterem?" diye sorunca sandalcı, "Ne olacak, aşkın şarabı işte" diye neşeyle müşterisine de ikram etmiş. Her ne kadar yasaklamış olsa da bizim gönlü zengin garibanı denemek için ikramı kabul etmiş hünkar. Ama "mey içmek yasak. Hünkârımız görse kafanı vurdurtur, korkmuyor musun sen?" diye de sormadan edememiş. Bizim uyanıkspor gülmüş: "Yahu üstadım nereden görecek bizi bu denizin ortasında padişah, rahat ol sen, sıkıntı yok!"
Aradan biraz daha zaman geçmiş. Sandalcı bu kez de, teknenin tahtalarından birini kaldırıp bir kese tütün çıkarmış ve çubuğuna koyup körüklemeye başlamış. Yine yolcusuna uzatmış. Sultan yine kabul etmiş, yine yasağı hatırlatmış. Sandalcı başını sallamış "Kulak asma be birader!"
Bir süre sonra bizim ehlikeyif, kafası güzelleşince cebindeki fal taşlarını göstermiş 4. Murat'a. "Veresin 5 akçe de, falına bakızlayayım beyim" demez mi? Bak şimdi!
Fal, Murat'ın en kızdığı şeymiş, ama yine bozmamış. "Tamam bak bakalım, ona da bak" diye homurdanmış.
Fal taşlarını elinde çalkalayan adam, "Efendi baba, sorunu sarkıt bakam" demiş. Padişah, "Sorum şudur, Hünkar denen şahıs şu anda nerede ola?" Adam attığı taşlara bakıp bir süre düşünmüş, sonra "Vay be, Hünkar'ı şu an denizde görünüyor iyi mi?" diye şüpheyle söylenmiş.
4. Murat, "Sakın yakınımızda bir yerde olmasın adam, aman ha!" diye güya endişelenmiş gibi yapmış. "Bir fal daha aç bence sen!"
Sandalcı bir daha atmış taşları ve birden karşısındaki müşterisine gözlerini belertip, ayaklarına kapanmış! Salya sümük, "Affet beni padişahım" diye bir cayırtı koparmış, yalvarmaya başlamış.
Padişah dayanamamış bizim alemcinin sızlanmasına.
"Bak beni bildin. Sana bir soru soracağım. Eğer onu da bilirsen seni affederim. Bilemezsen her şekilde senin kafa uçtu zaten!"
"Aç bir remil, bil bakalım dönüşte İstanbul'a hangi kapıdan gireceğim?" Sandalcının sevinci kursağında kalmış. "Hünkarım, şimdi ben hangi kapıyı söylesem, siz başka kapıdan girersiniz. Benim kafa gider. Gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam, versem, karaya çıkınca baksanız!"
Murat onu da kabul etmiş. Gariban bakmış fala, yazmış bir kağıda, katlayıp vermiş padişaha.
Padişah kağıdı göğsüne sokmuş sokmamış bir fırtına çıkmış usta, zor bela karaya vurmuş sandal. Canlarını kurtarmış, ıssız bir yere ayak basmışlar. Ortada ne kapı varmış, ne bir delik!
Padişah, bağırmış nöbetçiye, koşmuş gelmiş millet. "Şuraya yeni bir kapı açıla! Şehre oradan gireceğim" diye emretmiş. Ve dönüp sandalcıya, "Dualarını yapasın, çünkü yoktur artık kurtuluşun!"
Boynunu eğmiş bizim kalender.
Kapı açılınca bizim berduşu derdest etmişler. Fakat Murat, sandalcının kağıda ne yazdığını merak etmiş. Laf olsun diye kağıdı çıkarmış ve hayretler içinde kalmış! Sandalcının hayatını bağışlatan kağıtta şunlar yazılıymış:
"Padişahım, bu şehre yeni bir kapıdan gireceksin!"
Bazıları derler ki kağıtta ne yazdığını bilen padişah o kapıyı bilerek açtırmıştır. Olsun fark etmez. Efsaneye göre o gün bugündür işte o kapı "Yenikapı" olarak anılır ve denir ki İstanbul şehrine her çağda YENİ BİR KAPIDAN GİRİLİR!