Diyarbakır'daki şahane barış konuşmalarının sarsıntıları henüz tazeyken, henüz sağlı sollu şekilcizahiri kafaların içine düştüğü kargaşa bizi müthiş eğlendirirken, içimizin müsait bir tarafında, 'bu ülke acı çekenlerle kol kola girerek kanatlarını açar be usta' duygusu palazlanırken...
Bir duydum ki Tophane'de, Tütün Deposu nam mekanda Bir Daha Asla- Geçmişle Yüzleşme ve Özür adında bir proje sergilenmekte!
Aman dedim, gideyim de ruhumu şöyle bir terbiyeden geçireyim. Böyle dedim, uzun zamandan sonra eski dostum Tophane'ye ayak bastım.
Serginin küratörü, "Bu serginin merkezinde devletlerin geçmişte yaptıkları hak ihlalleri, katliamlar, soykırımlar ve insanlık suçlarıyla hesaplaşma/ yüzleşme süreçleri ve edimleri yer alıyor" diye yazmış.
Gerçekten de tarihler, medyalar ve videolarla muhteşem bir "hatırlatma" yapılmakta.
Willy Brandt'ın bir başbakan olarak Polonya'daki Nazi katliamı için yapılan anıtın önünde diz çökmesinden başlayarak, Şili faşizminin, Sırp soykırımının, Cezayir katliamının, Bulgaristan'dan Türk sürgününün, İrlanda Kara Pazar'ının, Aborjinlere yönelik yok etmelerin karşısında demokratik vicdanın pişmanlık süreçleri ve nihai özürler sunulmakta.
Görüyoruz ki toplumların günahlarıyla yüzleşmeleri öyle kolay olmamış. Almanya'dan Şili'ye, Sırp Parlamentosu'na her yerde aktif bir dirençle karşılaşılmış. Ama sonunda bir şekilde başarılmış! Bir tek Sarkozy kem küm etmiş, özür dilemeyi "dini bir şey" diye aşağılamış! Seküler bir üç kağıt daha. Neyse... Sergi, 15 Aralık'a kadar mutlaka görülmeli ve kitapçığı bir bellek vitamini olarak edinilmeli. Biz niye bunu başarmayalım, diye düşündüm. 1915'i, 6-7 Eylül olaylarını, 12 Eylül'ü, 17 bin faili meçhulü neden unutalım? Başbakan'ın açtığı Dersim kapısından niye girmeyelim?
Biliyorum Çekirge, zor ama niye olmasın...
Dışarı çıktım, Tophane'nin eski kulağı kesikler kahvesine oturdum. Fakat şekli değişmiş, adı Falls in Galata olmuştu! Sandalyeler, masalar şık, servisler latifti.
Garson köşe masadaki turistlere kiremitte et ve salata servisi yapıyordu. Bir çay söyledim. İnce belli bardakta gelince oh çektim. O kadar değişim yorardı bünyeyi!
Garson çocuk herkesle İngilizce konuşuyordu. "İngilizcen de süpermiş" dedim. "Abi Arapçam da iyidir ama burada işe yaramıyor" diye güldü. "Eski müşteriler, ağır abiler n'oldu" diye sordum. "Bir tanesi burayı açtı işte" dedi! Karşıdaki Cuma Kuaför'de ve çiğ köftecide R4BiA çıkartmaları vardı. Yöremiz Lavaş Pide'de örtülü kızlar ve bebek arabalı İngilizler kuyruğa girmişlerdi.
Köşe başındaki kuru çeşmenin önünde vakur Tophane gençliği saçları cilalamış takılıyordu. Açık Radyo'nun adresini soran sırt çantalı bir kıza adresi tarif ettiler.
Garson çayımı değiştirirken, etrafa bakınıp durmamdan işkilli sordu: "Abi uzun süredir yurtdışındaydın herhalde!"
"Yok dedim", fırsatı kaçırmadım:
-"Falls in galata ne demektir acep?"
- "Şelale anlamında abi!"
- "Duygular şelale, anlamında mı?
- "Yok abi, eskiden Galata'da şelaleler varmış, ondan!"
Sokakta, Berber Nizam, eski Yeşilçam figüranı bütün yüzünü kaplayan tebessümüyle taburesinde kahve içiyordu. "Özür dilerim" dedim, "Girerken görmedim seni." "Estağfurullah" dedi o. "N'oldu usta" dedim, "Gençlerle enteller arasındaki meseleler." "Ortam mutedil beyim" dedi. "Tamam o zaman" dedim.
Park yemyeşildi. Acı çektirilmişlerin gönlünü alsak, devlet mazeretsiz hepimizden af dilese, kalbi kırık halklarla, mezheplerle, meşreplerle sarmaş dolaş olsak ne güzel olur diye geçti aklımdan.
Tramvaya binerken karşımda Kılıç Ali Paşa Camii gotik bir uzay gemisi gibi uzanıyordu. İçimde tövbe tadında bir özür.
Çağ değişiyordu...