Bu haftaki konuğumuzun öncekilerden iki farkı var: İlk kez bir "yerli" kahraman seçtik. Ve yine ilk kez bir "ölü"yü anlatacağız. Ama aramızdan ayrılışından sonra da 60 yıl boyunca hayatımızı derinden etkileyen bir ölüyü. Dürüstlerin vicdanlarındaki taht odasında bugün bile dirilerden daha saygın bir yerde oturan, hukukçu geçinen nice diriyle karşılaştırılamayacak kadar erdemli, mert, ahlaklı ve de cesur mu cesur bir devrimciyi; kısacası adam gibi bir adamı. Ve asla nabza göre şerbet vermeyen bir Cumhuriyet anıtını, hayır, bir laik Cumhuriyet değerini... Bazılarına göre, kemikleri son haftalarda adı üstünde koparılan fırtınalardan sızlayamayacak kadar çürümüş, hatta toprak olmuş biri o. Bazılarına göre, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi'nde verdiği "Devrim tarihi" derslerinin notları da, "Türk İhtilalinin Düsturları" adlı bir zamanlar herkesin başucu kitabı olan kapsamlı araştırması da artık "antika" değeri taşıyan, Cumhuriyet'in en güzel, en coşkulu ve de nostaljik yıllarının tanığı, hatta kahramanı bir simge o. Bazılarının gözünde, anısı Ankara, İzmir ve memleketi Kuşadası'nda adını taşıyan kimi geniş, kimi sapa caddelerle ve Dokuz Eylül Üniversitesi'nin İktisat Fakültesi'ndeki büstüyle yaşatılmaya çalışılan bir "Nisyan ile malul" ve de nankör "hafıza-ı beşer" kurbanı o. Bazılari için, İstanbul Barosu'nun, adını verdiği ödülle yılda bir-iki gün olsun basında tek sütunluk haberle gündeme getirmeye çabaladığı modern Türk hukuk sisteminin mimarı o. Bazıları için, Atatürk kadrolarının tarihe havale edilmiş bir militanı o. (Anılarından birini aktaralım: "Atatürk bir gün şapka konusunda fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimize sonuçlandığı için, rahmetli hayli sıkıntılıydı. Şu karşılığı vermek cesaretinde bulundum: 'Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!' Atatürk hafifçe gülümsediler ve kaşlarını birkaç defa eğerek gönlümü okşadılar.") Bazıları için, bir zamanlar Türkiye'nin tüm adliyelerinin girişinde yer alan (şimdi kaçında kaldı acaba), adalet dağıtanlara Cumhuriyet ahlakının, Cumhuriyet'in adalet anlayışının hatırlatıldığı yazının sahibi o. Şöyle deniyordu: "Cumhuriyet savcıları; Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanlarından tutunuz da bu yurtta yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz. Türk hakimleri; sizler Türk inkilabının demir elleriyle kurulan yeni medeniyetin kıskanç bekçileri olmak mecburiyetindesiniz. Vazife ve mecburiyetiniz mazinin dirilmesine, yeniliğin ıstırap çekmesine zaman ve imkan vermeyecektir. Dilerim ki; sizlerin liyakatınızla, bilginizle doğan inançtan, bu vatanda yaşayan kim olursa olsun, 'Türk Cumhuriyeti'nde savcı var, hakim var, kimsesiz değilim' vecizesini kendilerine iman etsinler."
"İhtilal tarihin alın yazısıdır ve milletlerin doğal haklarının en başında gelir. İnsanlığın kutsal yapıları olan vatan, milli namus, bağımsızlık ve özgürlüğün korunması ve yaşatılması için devrimden başka bir yol yoktur." (Mahmut Esat Bozkurt)
(Süleyman Demirel, başbakanlık yıllarında "Fırat kıyısında koyunları kaybolan çoban beni sorumlu tutar" derken, devlete güveni perçinleyen ama aynı zamanda devlete sorumluluklarını hatırlatan, gerçekten gözyaşartıcı ve de insanda saygıyla karışık derin bir güven duygusu yaratan, adaletin gerçekten mülkün temeli olduğuna inanıldığı dönemlerin belki de tek anısı olan bu altın sözlerden esinlenmişti.) Ve nihayet bazıları için artık yürürlükten kalkmış olan ilk Medeni Kanun'un her yıldönümünde yayınlanan mesajlarda atıf yapılan, o yasanın gerekçesinin altındaki, "mürekkebi asla kurumayacak" imzasıyla sonsuza kadar "Devrimlerin bekçiliği"ni üstlenmiş bir gladiyatör o. Kahramanımız, anısı önünde saygıyla eğildiğimiz Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt. İlk İktisat Kongresi'ni -Türkiye'nin Lozan Antlaşması'yla uluslararası topluluk tarafından resmen tanınmasından bile önce, 1923 Mart'ında- toplayan Atatürk'ün ilk İktisat Bakanı. (O kongrede Türkiye'nin "karma ekonomi" modelini benimsediği dünyaya ilan edilecek, bu da Lozan Antlaşması görüşmelerinde İsmet Paşa'nın işini hayli kolaylaştıracaktı. Daha önemlisi Cumhuriyet'in en gözü pek Adalet Bakanı. Zaten ölümünden 62 yıl sonra durup dururken sisler ötesindeki diyarlardan çıkarılıp getirilmesine de Türk hukuk tarihinin en önemli belgelerinin belki de başında sayılması gereken onun gerçekten olağanüstü, gerçekten insanın başını döndüren gerekçesinin çevresinde kopan fırtına neden oldu. (Gerekçenin tümünü aktarmaya kalksak, bu sayfaya sığmaz. En iyisi "Bir geçmiş dönemi sonlandırıyoruz ve yeni bir sayfa açıyoruz. 1926'da başlayan Mahmut Esat Bozkurt dönemi bütün saygınlığıyla 79 yıl hükümranlığını sürdürdü. Şimdi yeni bir dönem,uygar dünyaya açılım adı altında başlıyor" sözleriyle polemiği tetikleyen Yargıtay Başkanvekili Osman Şirin'e Cumhurbaşkanı Necdet Sezer'in verdiği yanıttaki bölümle yetinelim. Gerekçenin hemen girişini oluşturuyor bu satırlar: "İnsanlık yaşamı, her gün, hatta her an köklü değişimlerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nokta çevresinde saptamak ve durdurmak mümkün değildir. Yasaları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra, ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez kuralları kapsarlar. Yaşam ise yürür; ihtiyaçlar hızla değişir. Din yasaları kesinlikle, ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir anlam taşıyamazlar. Değişmemek dinler için zorunluluktur. Bu yönden dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir. Esaslarını dinden alan yasalar, uygulandıkları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar." Kusura bakmayın, hızımızı alamadık. O gerekçenin insanda Mahmut Esat Bozkurt'un 79 yıl öncesinden bugünü gördüğü duygusu yaratan ve tüylerini diken diken eden bir bölümünü daha aktarmamız tarihi ve vicdani görevimiz: "Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri, din ile dünyayı ayrı görmektir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi, tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır." Ve Bozkurt şu cümleyle noktalıyordu muhteşem gerekçesini: "Adalet Bakanlığı bu kanunu hazırlamakla, devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğundan şüphe etmemektedir." ) Mahmut Esat Bozkurt'un tek armağanı, tek mirası Cumhuriyet'in bu ilk Medeni Kanunu değil. O ayrıca, 1924 Anayasası'nı hazırlayan komisyonun en aktif üyesi. O, Türk Ceza Kanunu'nu, Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu'nu, Kabotaj, Ticaret, Borçlar yasalarını, kısacası Cumhuriyet'in temel yasalarını hazırlayan Adalet Bakanı.
"Bugün Türkiye baştanbaşa inkılapçıdır, yani ihtilalcidir. Hep beraber bir daha tekrarlayabiliriz: Türkiye bir hamlede bin yılı geride bırakarak, bin yıl ileri gitti.'' (Mahmut Esat Bozkurt)
Ve nihayet o, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne Lahey Uluslararası Adalet Divanı'nda zafer kazandıran hukukçu. Şu sıralar epey hatırlatan oldu ama yine de okumamışlar için kısaca anlatalım: Efendim, 2 Ağustos 1926 gecesi, Midilli açıklarında Lotus adlı bir Fransız yolcu gemisi, Türk şilebi Bozkurt'a çarptı. Kazada 8 Türk denizci hayatını yitirdi, Bozkurt da battı. Lotus şilebin denize dökülen ve hayatta kalmayı başaran mürettebatını toplayıp İstanbul'a geldi ama kaptanı kazada can verenlerin ailelerinin açtığı dava sonucu 80 gün hapis cezasına mahkum edildi. Fransa kıyameti kopardı. Türkiye'nin bir Fransız yurttaşını yargılayamayacağından tutun, kararı protestoya kadar her türlü tepkiyi denedi. Sonunda Lahey Uluslararası Adalet Divanı'na gidilmesinde uzlaşmaya varıldı. Adliye Vekili, yani Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, Atatürk'e çıktı, "Paşam, izin verirseniz davamızı ben savunayım. Kaybedersem bir daha memlekete dönmem ama kazanacağız" dedi. Atatürk henüz 35 yaşındaki Adalet Bakanı'na sarılıp, "Kazanacaksın. Kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır" yanıtını verdi. Müthiş bir hukuk savaşına dönüşen duruşmaların ardından Lahey Uluslararası Adalet Divanı kararını 7 Eylül 1927'de açıkladı: "Türkiye haklı. Lozan Antlaşması'ndan kaynaklanan egemenlik haklarını kullanıyor. Fransa'nın tazminat talebi geçersiz." Mahmut Esat Bey'in vatana kahraman olarak döndüğünü, adına marşlar bestelendiğini söylemeye gerek var mı? Soyadı yasası çıktığında Atatürk ona Midilli açıklarında batan ve uluslararası hukukta Türkiye'ye zafer kazandıran şilebin adını verdi: Bozkurt. Peki, kim bu Türkiye'de çağdaş hukukun temellerini atan genç devrimci? 1892'de Kuşadası'nda doğdu. İlçenin eşrafından Hacı Mahmutoğulları'ndan Hasan Bey'in oğlu. (Bugün artık pek kullanılmıyor, Selçuk ile Kuşadası arasında bir "eski yol" vardı. 1960'larda hafta sonları külüstür otobüslerle İzmir'den Kuşadası'na giderdim. Son "Anadolu parsı"nın Gümüldür dağlarında yaşamaya devam ettiği yıllardı. Otobüs Selçuk'u geçer, o eski yoldan Kuşadası'na ilerlerken, ilçeye birkaç kilometre kala, yaşlı bir zeytin ağacı ve metruk bir ev çıkardı karşınıza. "Feride'nin evi" derdi otobüs muavini, "Hani şu Çalıkuşu'nun kahramanı.." Gerçekten Reşat Nuri Güntekin'in romanında, Feride kısa ve trajik yaşamının son yıllarından bir bölümünü Kuşadası'nda geçirmişti. Birkaç yüz metre sonra da ok işaretli tabela çıkardı karşınıza: "Mahmut Esat Bey'in çiftliğine gider" İdealist öğretmen ile idealist hukukçunun komşuluğu... Ne yıllardı... O hafta sonu tatillerinin birinde, kıyı şeridini Aydın ve Söke eşrafının yazlıklarının doldurduğu Kuşadası'nın kent içindeki plajında, derme çatma bir kafeden o günlerin "hit" parçası, Küba'nın ulusal kahramanı Jose Marti'nin "Dürüst bir insanım ben palmiyeler ülkesinden" diye başlayan ünlü şiirini salsa müziği ritmiyle besteleyen Jose Fernandez Diaz'ın "Guantanamera"sının ezgileri yükselirken denize girdiğim sırada, biri sokuldu yanıma. Yaşıtımdı hemen hemen; ben delikanlılığın, o genç kızlığın eşiğinde. "Deniz soğuk" dedi, "Alışmam için ağır ağır gitmeliyim. Elimden tutar mısın?" Tuttum; yüzünü seyrederek, Çalıkuşu Feride'yle özdeşleştirerek ve de kafenin hoparlöründen yükselen ezgileri dinleyerek: "Guantanamera Guajira Guantanamera"... Sonra kendini sulara bırakıverdi. Ve bir süre sonra kumsalda, evine yürürken gördüm onu, taaa uzaktan. Gözleriyle denizi taradı, beni seçince teşekkür anlamında elini salladı ve kayboldu. Bir daha hiç karşılaşmadım. Cumhuriyet'in Bozkurt gibi coşkulu isimlerinden biri olan ozan Enis Behiç Koryürek'in dizelerinden Erol Sayan'ın rast makamında bestelediği şarkısındaki gibi, "Gözlerimde bir renk, dudaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kaldı..." Bu masum anıyı sos kabul edip hoşgörüyle karşılayacağınızı umarım. Ya sıla özlemi başladı ya da feci bir hızla yaşlanıyorum.) Nerede kalmıştık; ilk öğrenimini Kuşadası'nda ve İzmir'deki Yusuf Rıza Mektebi'nde yaptı, İzmir İdadisi'ni bitirdikten sonra 1908'de İstanbul Hukuk Mektebi'ne girdi, 1912'de mezun oldu. Sonra onu İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde görüyoruz; yine hukuk eğitminde. "Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üstüne" adlı teziyle hukuk doktoru oldu.
"Biz tarihle beraber, tarihin gerçekleriyle beraber yürüyoruz. Biz gerçekçiyiz. Nereye kadar gideceğiz ve nerede duracağız? Tarih nerede durursa, orada. Fakat tarih durmayacaktır. Çünkü durmak ölmek demektir. Hayat ilerlemedir.'' (Mahmut Esat Bozkurt)
1919'da Lozan'da Türk Talebe Cemiyeti'nin başkanlığını yaptığı sırada İzmir'in Yunan ordularınca işgalini haber alıp memlekete döndü ve Kuşadası'nda Kuvayi Milliye'yi örgütledi. Çok ateşli bir hatipti. 23 Nisan 1920'de toplanan Büyük Millet Meclisi'nde, yani Milli Mücadele'nin o ilk parlamentosunda İzmir Milletvekili olarak yer aldı. Dışişleri ve Anayasa komisyonlarında görev yaptı. Ardından Rauf Orbay'ın başkanlığındaki 4'üncü İcra Vekilleri Heyeti'nde (Bakanlar Kurulu) İktisat Vekilliği'ne getirildi. Sonrası malum. Mahmut Esat Bozkurt, 1930'da bakanlıktan ayrıldıktan sonra da 1943'teki ölümüne kadar hep milletvekili olarak kaldı. Ayrıca bir yandan üniversitelerde devrim tarihi ve devletler hukuku dersleri verdi, bir yandan köşe yazarlığı yaptı. Babıali'nin en çok okunun yazarları arasına girdi. 21 Aralık 1943'te beyin kanaması nedeniyle 51 yıllık hayatı noktalanırken, Cağaloğlu'nda Yeni Sabah gazetesinin binasında bulunuyordu. "Yürekler acısı" başlıklı yazısına birkaç dakika önce son noktayı koymuştu. Kuşadası'nda toprağa verildi. Çalıkuşu Feride'nin anılarının ve de acılarının dolaştığı, bugün bile dolaşmakta olduğu yerde... Mezarını ziyaret ettiğinizde, onun son nefesine kadar yorulmadan, aşkla tekrarladığı devrim söylevlerinden biri kulağınıza çalınırsa şaşırmayın: "İhtilal, mevcut siyasal, sosyal ve ekonomik bir düzen yerine, yine siyasal, sosyal ve ekonomik yeni ve ileri bir düzeni zorla ve çoğu zaman silah gücüyle başaran harekettir. Türk ihtilali bunu yapmıştır." Kısacası, bir Kurtuluş Savaşı'nı daha sonra devrime dönüştüren kadronun beyin takımındandı o. Son sözü, Yusuf Ziya Ortaç'a (Sakın o da kim demeyin; dehşete kapılırım) bırakalım. "Akbaba" dergisinde Mahmut Esat Bozkurt'u son yolculuğuna şöyle uğurladı: "İsviçre dağlarından Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hukuk doktoru, serdengeçti Mahmut Esat Bozkurt, vatan hudutlarından fikir hudutlarına kadar her cephede döğüşe döğüşe, en son, kalem elinde, allahına kavuştu. Bir yanardağı toprağa veriyoruz." O sönmüş ya da söndüğü sanılan yanardağ yeniden kükrer mi dersiniz?