Necef... Sonsuzluk alemindeki 2 milyonu aşkın sakiniyle dünyanın en büyük mezarlığına sahip kent. Ölülerin sayısının dirileri 10 kez katladığı, daracık sokaklarında sadece geceleri değil, gün ışığında bile hayaletlerle burun buruna gelebileceğiniz, ruhların size omuz vurarak geçecekleri şehir. Şiiler'in üç kutsal yerinin en önemlisi (diğerleri Kerbela ve Kum...) Ve 1325 yıldır Hazreti Ali'nin sevgili oğlu, Üçüncü İmam Hüseyin'i Kerbela çöllerinde terk etmelerinin - Daha doğrusu savaş alanından kaçmalarının- vicdan azabıyla kıvranan Şiiler'in acılarını dindirmek için koştukları ruhani klinik. Ve de şiddetle, kanla doğan, 11 imamı katledilen Şiiliğin sırra kadem basmış 12'nci ve son imamı Muhammed Ebu El Kazım'ın, yani Mehdi'nin, belki de bir köşe başında beklediği dini labirent. (Siz bu yazıyı okurken Necef'te -ve elbette Kerbela'da da- yüz binlerce kişi 11 ay önce yapımına başladıkları gemi maketlerini ya bitirmiş olacaklar ya da bitirmek üzere. Çünkü Muharrem ayına sayılı günler kaldı. Ve de Aşure günlerine. Sonra o maket gemileri renkli ampullerle süsleyecekler. Tüm bu hazırlıklar Hicret'in 61'inci yılında, MS 680'de, Muharrem ayının 10'uncu günü Kufe'de Yezid komutasındaki Emeviler'le savaşta şehit düşen İmam Hüseyin'i anmak için. İnanışlarına göre, Hazreti Hüseyin onların hayatta kalmalarını sağlayan gemi ya da kılavuz anlamına geliyor.) İşte o Necef'te, Sünniler'in dördüncü halifesi, Şiiler'in ise ilk imamı olan Hazreti Ali'nin 7777 altın tuğlayla örülmüş kubbesiyle ünlü anıt mezarına 500 metre kadar uzaklıkta, daracık ve tozlu bir sokaktaki tek katlı, kireç badanalı mütevazı evde 75 yaşından gün almaya başlamış bir kiracı yaşıyor. Ev basit, sahibi ise -ilk bakışta- alçakgönüllü ama yine de ona ulaşabilmeniz için haftalar öncesinden randevu istemeniz ve günü geldiğinde de tepeden tırnağa silahlı yüzlerce korumanın sınavından, yani cebinizdeki eşyalardan iç çamaşırlarınıza kadar her şeyinizin, her yerinizin didik didik edileceği aramadan geçmeniz gerekiyor. Hele gazeteciyseniz, işiniz daha da zor. İğne deliğinden geçeceksiniz. Zira Afganistan'da Şah Mesut'un gazeteci kimliğiyle konutuna giren El Kaide teröristlerince havaya uçurulmasını hiç unutmuyorlar.) Bembeyaz ve tertemiz kaftanı, peygamber sülalesinden geldiğini (yani seyyid olduğunu) belirten kömür karası sarığı, iyice ağarmış uzun sakalı, ince yüzü ve gözlüklerinin bile perdeleyemediği delici bakışlarıyla yere bağdaş kurmuş bu ihtiyar, Saddam Hüseyin sonrası Irak'ının en güçlü adamı. Daha doğrusu tek güç kaynağı. Bir işaretiyle görülmemiş şiddette savaşı başlatacak, yine ağzından çıkacak bir sözcükle milyonlara silah bıraktıracak otoriteye sahip gölge lider. Ya da kendi ifadeleriyle "Şiiler'in Papa'sı": Ayetullah Uzma Seyyid Ali Hüseyin El-Sistani. (Arap medyasının önemli kalemlerinden Ferid Zekeriya geçenlerde bir yorumunda, Iraklı bir politikacıya dayandırdığı çarpıcı bir gözlemi aktardı: "Bugün Irak'ı iki büyük ayetullah yönetiyor: Sistani ve Bush. Çoğumuz Sistani'nin daha mantıklı olduğu kanısındayız...")
HASTALIĞI BİLE SİYASİ
Sistani, rivayete göre neredeyse 20 yıldır o evden dışarı adımını atmadı. Geçen yaz, "Kalp rahatsızlığı" nedeniyle Londra'ya gitmesi dışında. Onun da "siyasal" bir hastalık olduğu söyleniyor. Çünkü o günlerde genç, ele avuca gelmeyen ve radikal rakibi, 30 yaşındaki İmam Mukteda El- Sadr (Şii ulema ondan küçümseyici bir dudak bükmesiyle "Ne imamı, henüz talebe" diye söz ediyor), ABD işgaline savaş ilan etmişti. Sistani ise Irak'ta düzen egemen oluncaya, sistem oturuncaya kadar ABD güçlerinin kalması gerektiğine inanıyordu. Bugün de aynı görüşte. (Bu çizgisi ve kararlılığıyla ABD kuvvetleri için en önemli cankurtaran simidi oluyor.) Deli-dolu El-Sadr'ın "Mehdi Ordusu"nun Necef'te onun evini kuşatmaya kalkıştığı ve ABD birliklerinin de operasyona hazırlandığı günlerde Sistani'nin kalp sancıları ya da spazmları tuttu. Apar-topar İngiltere başkentine nakledildi. ABD'nin sağladığı özel uçakla. Döndüğünde, El-Sadr'ın orduları pes etmiş, gözükara ve radikal imam -ya da talebe- hayatına karşılık siyasal ihtiraslarından -en azından şimdilik- vazgeçmeyi kabul etmişti. 6 Ağustos 2004'te Necef'ten ayrılan (Mukteda El-Sadr'ın silahlı milisleri 5 Ağustos'ta ABD güçleriyle çatışmaya başlamıştı) Ayetullah Sistani'nin üç hafta sonra Kuveyt ve Basra üstünden eve dönüşünü, o sıralar özgürlüğün keyfini yeni yeni çıkarmakta olan Irak basını şöyle aktardı: "Otobüsleri, otomobilleri tepelemesine dolduran, üzüm salkımları gibi kamyonların kasalarına ve vagonlara öbek öbek asılan on binlerce kişi Necef yolculuğunda Büyük Ayetullah Sistani'ye eşlik etti. Irak ulusal muhafızlarının ve polisin yüzlerce sirenli aracının eşliğindeki konvoyun geçtiği tüm kentlerde halk yollara dökülüp Ayetullah Sistani'ye sevgi gösterilerinde bulundu. Ve gözyaşları seller gibi aktı. Sabah saatlerinde Başbakan İyad Allavi, Sistani'nin Necef'e girişinden başlamak üzere 24 saatlik ateşkes ilan edildiğini açıkladı. Amerikalılar da barış görüşmelerine imkan sağlamak için İmam Ali mozolesine askeri operasyonu askıya almayı kabul ettiler. Aynı şekilde, İmam Mukteda El-Sadr'ın Mehdi Ordusu da iyiniyetinin kanıtı olarak, Sistani'nin kortejinin güzergahı boyunca saldırılarını durdurdu." Ve geçtiği her yerde silahları susturan Sistani evine dönünce Irak nüfusunun yüzde 60'ını oluşturan Şiiler'i yönlendirmeye, daha doğrusu akıllara sığması mümkün olmayan manevi otoritesiyle Irak'ı yönetmeye kaldığı yerden devam etti. Ama hayatı boyunca uyguladığı kuralların hiçbirinden vazgeçmeden: Ne basın toplantısı yaptı, ne medyayı kabul etti, ne ekranlara çıktı, ne camilerde vaaz verdi, ne miting düzenledi, ne de diğer siyasal ve dini liderler gibi kentlerin duvarlarını afişleriyle donattı. Bağdaş kurduğu postakisinde, ağzından çıkan kelam emir, yani fetva kabul edildi, o kadar! Camilerde, çarşılarda okunan bildirileriyle Iraklılar'a, internetle de (kendi adını taşıyan ve tüm uluslararası dillerden versiyonların yer aldığı profesyonelce hazırlanmış bir sitesi var) tüm dünyaya duyurulan o fetvalar, Irak halkının yarısından fazlasının yaşamını yönlendirdi. Bugün de öyle. Hatta eskisinden güçlü, eskisinden misliyle etkili, eskisinden bin kat bağlayıcı olarak. "Çünkü" deniyor, "Şiiler onun ağzından çıkan sözleri kutsal kabul ediyorlar. Sorgulamak bir yana, tartışmayı dahi akıllarının ucundan geçirmiyorlar, geçiremezler." Üstelik Sistani'nin diğer ayetullahlar gibi ne ordusu var, ne milis gücü, ne de partisi. Ama tüm Şii siyasal akımları onun bir lafıyla tek listede birleşiyor. Milyonlarca Şii, onun bir hareketiyle, bir işaretiyle "gereğini" yapıyor. Ucunda ölüm bile olsa. Zira o "Merce-i taklit." Çevirirsek, taklit edilmesi gereken merci. Yani fetva yayınlama yetkisine sahip, "Örnek alınması gereken dini otorite." Bu öykünün en inanılmaz yönü, İmam Sistani'nin Iraklı olmaması. O bir İranlı ya da Şii olmayan Iraklılar'ın küçümseyici imalar yükledikleri tanımlamayla bir Acem. O kadar ki ne Irak yurttaşlığına geçti ne de Irak pasaportunu kabul etti. Hem de 50 yılı aşkın süredir Irak'ta yaşamasına rağmen. Arapça'yı bile son derece belirgin Acem şivesiyle konuşuyor. Meşhed'de doğdu. 50 yıl önce Necef'e geldi. Hayrettir; Şii ulemasını kırıp geçiren Saddam Hüseyin onun kılına zarar vermedi. İran-Irak savaşı döneminde bile. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Sistani, 1980-1988 yılları arasındaki savaş boyunca da evinden dışarı adım atmadı. İran lehine bir tek sözcük çıkmadı ağzından. Dahası, Necef'e yerleştiğinden bu yana geçen yarım yüzyıl boyunca hiçbir İran resmi yetkilisini veya temsilcisini kabul etmedi. (Görüştüğü, dini konularda sohbet ettiği tek İranlı kim oldu, biliyor musunuz? Şah Rıza Pehlevi'nin sürgüne gönderdiği dönemde Ayetullah Humeyni. 26'ncı yıldönümü kutlanmakta olan İslam Devrimi'nden sonra "İmam" rütbesine yükseltilecek olan Humeyni, Bursa'daki ilk sürgün yılından (1963) sonra Necef'e geçmişti. Fransa'ya gönderileceği 1978 sonuna kadar orada kaldı ve Sistani ile sık sık bir araya geldi. O sohbetleri, başlı başına bir yazı konusu olur. Özellikle Humeyni'nin geliştirdiği ve bugün İran'daki rejimin, mollalar iktidarının meşruiyet temeli olan "Velayet- i fakih" kavramına Sistani'nin getirdiği eleştiriler, açıkyüreklilikle sıraladığı çekinceler...) Oysa ikinci vatanına böylesine sadık İranlı Sistani'nin tam tersine, Saddam'ın şerrinden İran'a sığınan Iraklı hüccetülislamlar, ayetullahlar, savaş sırasında oluşturdukları "Mehdi tugayları" ile vatandaşlarına, çocuklarına silah doğrultmuşlardı. Bedelini de ağır hem de çok ağır ödediler. Örneğin Sadık El Sadr. Saddam onu iki oğluyla birlikte öldürttü, cenazesine de sadece 6 kişinin katılmasına izin verdi. Hele Birinci Körfez Savaşı'nın hemen ardından Şii ayaklanması sırasında yüreklenip İran'dan dönen ulemaya yaptıklarını anlatmaya ne yürek dayanır ne de kalem. Saddam devrildi, Amerikalılar geldi; Sistani çizgisini değiştirmedi. Hiçbir Amerikalı yetkiliyle ve komutanla görüşmeyi kabul etmedi. Örneğin ABD'nin Bağdat'taki en üst düzeydeki sivil yetkilisi olan ve "Irak Genel Valisi" ya da "Irak Sömürge Valisi" denilen Paul Bremer, onca çabasına, ısrarına ve gücüne rağmen onun kapısından içeri giremedi. Buna karşılık, BM'nin Irak'taki temsilcisi, geçen yıl Ağustos ayında Bağdat'ta Kanal Oteli'ne bir bombalı saldırıda can veren Sergio Vieira de Mello'yu da, BM'nin özel temsilcisi Lakhdar Brahimi'yi de her görüşme taleplerinde "Başımın üstünde yeriniz var" diyerek evinde ağırladı. Kısacası o koşulların gereği olarak kabullense de işgal destek vermeyen, buna karşılık uluslararası meşruiyete ve onu temsil eden kurumlara saygılı konumunu asla zedeletmiyor. Ve de bu tutumunu başta ABD olmak üzere herkes saygıyla, en azından anlayışla karşılıyor. Tabii bu saygıda Sistani'nin, hocası Ayetullah Abdul Kasıl El-Hoy'un çizgisini sürdürmesinin, onun gibi din ve siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğine inanmasının çok ama çok büyük payı var.
DÜNYA İŞLERİNDE UZMAN
Ah, unutmadan; Ayetullah Sistani'nin gücü Irak'la sınırlı değil. Pakistan'dan Gürcistan'a, ABD'den Japonya'ya kadar dünyanın hemen tüm ülkelerinde 2 bini aşkın temsilcisi bulunuyor. Perde arkasındaki esrarengiz bir hükümetin başkanı gibi o temsilcilerden düzenli rapor alıyor, hepsini belli aralarla kabul ediyor. Ve her temsilci geldiği ülkedeki gelişmeleri anlatmaya başlarken, o daha ilk ya da ikinci cümlede "dosya"yı ezbere bildiğini kanıtlayan sorularla karşısındakini sersemletiyor. Örneğin, Irak'ın bu kaos ortamında bile Gürcistan'daki, Ukrayna'daki gelişmeleri, daha doğrusu "Demokratik devrimler"i çok yakından ve de müthiş bir ilgiyle izledi. (İnsan düşünmeden edemiyor; dünyanın her yerinde okullar aracılığıyla temsilcilikler açan Fethullah Hoca da bu tür bir modelden mi esinlendi acaba?) Tabii dünya işleriyle böylesine haşır-neşir Ayetullah Sistani'nin Şiiliğin meşru kabul ettiği "Takiyye"ye başvurup vurmadığı, kendisini Irak'ın Humeyni'si olmasına götürecek yolun taşlarını döşeyip döşemediği kuşkusu da başta Amerikalılar olmak üzere ilgili herkesin zihnini matkap gibi oyuyor. Kum'da kendi adını taşıyan medresenin yöneticisi ve de o kutsal kentteki temsilcisi Hüccetülislam Fazıl Meybodi, "Humeyni'nin aksine Sistani hiçbir zaman teokratik, yani dine dayalı bir iktidardan söz etmedi. Ulemanın siyasal sorumluluk üstleneceği bir İslam cumhuriyeti modeline asla sıcak bakmadı" diyor. İnanmaktan başka bir seçeneğimiz var mı? Portremize son noktayı koyarken, İsviçre gazetesi "Le Temps"da Irak seçimleriyle ilgili bir karikatür gözümüze çarptı. Şöyle: Seçimi Sistani'nin desteklediği Şii koalisyonunun ezici üstünlükle kazandığı belli olmuş. Sarıklıkaftanlı din adamları ellerinde Sistani posterleriyle sokaklara fırlamış, devriye gezen Amerikalı askerlere sarılıyorlar. Askerlerden biri arkadaşına şöyle diyor: "Kendimi bir devrim muhafızı gibi hissetmeye başladım!" Gülüp geçelim mi, durup düşünelim mi, yoksa ürperelim mi? Seçeneklerden birini işaretleyin lütfen...