Türkiye'ye birkaç numara büyük gelen adamın, Vicente Del Bosque'nin öyküsü Beşiktaş'ın hüzünlü ama sevecen, alçakgönüllü ama içinde volkanlar kükreyen teknik direktörü VICENTE DEL BOSQUE
Beşiktaş yöneticilerinden biri onu "Yeniköy kasabı"na benzetince, içimde bir şeyler koptu. Boz bulanık sel sularının öfkesi gibi bir şey. Gözümün önüne 2001 Mart'ında yağmurlu bir günde dolaştığım Madrid'de, Santiago Bernabeu stadının kapısına asılmış bez portre geldi. "Aman Allahım" dedim, "Arenada başparmağını aşağı indirerek ya da yukarı kaldırarak gladyatörlerin kaderlerini belirleyen Roma imparatorlarından da gaddar yöneticilerimiz varmış meğer.." (Aslında "Yeniköy kasabı" hiç de yaratıcı bir benzetme değildi. Çünkü birkaç ay önce, haydi tarih verelim, mayıs sonlarında, kalemini kıyma makinesi niyetine kullanan meslektaşlarımızdan biri, ondan "İspanya Umum Kasaplar ve Sakatatçılar Derneği Başkanı kılıklı adam" diye söz etmişti. Eh, yine de bir çentik daha insaflıydı; lütfetmiş, hiç olmazsa bir yerlere "baş" yapmıştı...) Real Madrid "aficionados"u (taraftarı) küçük oğlum -ne olacak küreselleşme çağı çocuğu- İspanya'ya giderken sıkı sıkıya tembihlemişti: "Baba unutma, Figo'nun 10 numaralı formasını getireceksin. Hem de iki tane..." "El equipo blanco"nun (beyazlı takım ya da bizim fanatiklerin jargonuyla beyaz şimşekler) maçlara iki değişik formayla çıktığını da biliyordu daha o yaşta. (Not: Aynı zamanda Beşiktaşlı. Laf aramızda zaten ailede benim dışımda herkes Kara Kartal amigosu. İyi günde de kötü günde de. Kayınvalidem dahil. Hatta Beşiktaş'ın her golünde, evin içinde zafer turu atan köpeğimden bile ciddi biçimde kuşkulanıyorum. Ben mi? Söylemesi ayıp, Fenerli'yim efendim.) Neyse... İspanya başkentinin en merkezi kesiminde, "Avida Concha Espina 1ES- 28036" adresindeki Santiago Bernabeu Stadı'na gittim. (Kulübün, pardon Real Madrid holdingin idare merkezi de orada. Müzesi de...) "Store"dan oğlumun Figo formalarını aldım. (Bugün bile fetiş gibi gardırobunun en değerli rafında duruyor; tertemiz, ütülü, biraz kutsalımsı...) Sonra görevlilerden stadı kuş bakışı görüp göremeyeceğimi sordum. Kimbilir kaç bin kez aynı istekle karşılaştıkları için şaşırmadılar, biri önüme düştü, turnikelerden geçirdi. Hafta ortasıydı ve altyapı takımının o küçük oğlum yaşındaki oyuncuları, birkaç yıl sonrasının yıldız adayları vardı yeşil çimlerde.
Cuando chupa el abeja, miel torna; Y cuando el araria, en ponzona (Arının yediği bala dönüşür, örümceğin yediği ise zehire)
İspanyol atasözü
Dünyanın sadece en büyük değil, en estetik stadı da olan Santiago Bernaubeu beni büyüledi. (Şöyle bir soluklanmak için Real Madrid'in stadın iç içe geçmiş tarihini hızla özetleyelim: Namı gezegenimizin en ücra köşelerine yayılmış ve tüm kıtalardan 100 milyonu aşkın taraftara sahip futbol kulübü, 1902 yılında "Madrid FC" adıyla kuruldu. Bizim "Üç Büyükler" den birkaç yıl önce. 1920'de zamanın kralının onuruna, adının başına "Real", yani "Kraliyet" sözcüğünü ekledi. 10 yıl sağda-solda, boş bulduğu birazcık düzgün arsalarda top koşturdu. İlk tesisine 31 Ekim 1912'de Irun Sporting'le açılış maçını yaptığı, (0-0 bitti) O'Dennell Stadı'yla kavuştu. Ahşap bir tribünü vardı. 216 kişilik! Santiago Bernaubeu Stadı 14 Aralık 1947'de hizmete girdi. Adı başta La Castellana idi. 75 bin 432 kişilik kapasitesiyle dünyada ilk sıraya yerleşmişti. Daha sonra Real Madrid tarihinde bir eşi daha gelmeyen, 1978'te hayata gözlerini yuman efsane başkan Santiago Bernabeu'nün adı verildi. Onun döneminde 16 lig ve 6 Avrupa şampiyonluğu kazandılar. Stadın kapasitesi 120 bin kişiye kadar çıkarıldı. "İstiab haddi" son dönemde UEFA'nın getirdiği güvenlik standart kurallarıyla önce 87 bin, sonra 80 bin kişiye kadar düşürüldü. Şimdi yeniden artırmanın çareleri araştırılıyor. Real Madrid formasıyla kimler bu stadın çimlerini çiğnemedi ki? Saymakla bitmez. Orta yaş üstündekileri geçmişe götürelim: Ciriaco, Quincoces, Luis Regueiro, Hilario, Bestit, Olivares, Ateca, Ricardo Zamora, Sabino Barinaga, Rial, Alfredo Di Stefano, Gento, Kopa, Mateos, Puskas, "El Brujo" yani "Büyücü" lakabıyla namlanan Amancio Amaro, Serena, Ulrich Stelike, Juanito, Seedorf, Suker, Mijatovic...) Futbolun mabedini ziyaret ettiğim o gün hem İspanya'da hem de Avrupa'da fırtına gibi esmekte olan Real Madrid'in ideal 11'ini yerleştirdim altyapıdaki çocukların antrenman yaptığı 106 metre uzunluğunda ve 80 metre genişliğindeki sahaya: Casillas, Hierro, Helguero, Salgado, Roberto Carlos, Makalele, Figo, Zidane, Solari, Raul, Moriantes. Bir daha böyle bir 11 bir araya getirilebilir mi; emin değilim. (David Beckham o tarihte henüz İngiltere'de oynuyordu, N. Lima Ronaldo ise Brezilya'da yeni yeni parlıyordu.)
Al hombre bueno, no le busquen abolengo (Onurlu insana soyağacı sorulmaz) İspanyol atasözü
Ve o takımın başında "koç" olarak benim stat girişinde bez portresini uzun uzun seyrettiğim o hüzünlü ama sevecen, alçakgönüllü ama içinde volkanlar kükreyen Vicente Del Bosque vardı. Derin yüz hatlarının gizlediği bir trajedinin yükünü taşımasına rağmen çevresine güven, enerji ve umut yayan adam. Daha da önemlisi, hatta en önemlisi, adam gibi adam. Ve de Santiago Bernabeu stadının çimlerini hallaç pamuğu gibi attıran, birkaçını iki paragraf yukarda saydığım efsane "Beyaz şimşekler"den biri. Sonra öyküsünü, yaşamını öğrendim; daha da çok sevdim onu, çoook. Futbol hayatına Cordoba'da başlamış, sonra Castellon'a geçmiş, 1973'te Real Madrid'e gelmişti bugün 54 yaşında olan Del Bosque. Geliş, o geliş. Mükemmel bir orta saha oyuncusuydu. 11 yıl sürekli kadroya girdi, 441 maçta görev yaptı, 38 gol attı. 5 kez lig (1975, 1976, 1978, 1979 ve 1980), 4 kez kupa (1974, 1975, 1980, 1982) şampiyonlukları yaşadı, 1981'de Şampiyonlar Ligi'nde final oynadı (Liverpool'a 1-0 kaybettiler), ayrıca 18 kez İspanya milli takımının formasını giydi. "Sahada soğukkanlı, soyunma odasında sıcakkanlı, alçakgönüllü, temiz kalpli, tekniği güçlü, orta sahada güven veren bir oyuncu" diye anlatıyorlar futbolcu Del Bosque'yi o yıllardaki takım arkadaşları. Daha ne sıfatlar sayıyorlar, nasıl yere göğe sığdıramıyorlar bir bilseniz... Biz birkaçını seçtik. Futbolu bıraktıktan sonra gerekli eğitimden geçip sınavlardan hep tam puan alarak teknik direktörlük diplomasını kazandı. Kulübü Real Madrid 1987'de onu eğitim merkezinin başına getirdi. Yani altyapının sorumluluğuna. İşini seviyordu. Yetenek avcısıydı, kimin ilerde parlayacağını daha ilk topa vuruşunda anlardı. Örneğin Raul onun A takımına kazandırdığı yıldızlardan sadece biriydi. Yıllar çimler ile gençler arasında gelip geçerken Real Madrid iki kez "mini kriz" yaşadı. İkisinde de vekaleten teknik direktörlüğü o yürüttü bir süre. Görevin sahibi bulununca, hiç gocunmadan asıl işine döndü. Ancak 1999 Kasım'ındaki kriz kolay geçiştirilecek gibi değildi. Real Madrid sezona John Benjamin Toshack'ın (rastlantıya bakın; Del Bosque'den yıllar önce Beşiktaş'a geldi, küçük oğlumun onunla da çekilmiş bir fotoğrafı var, odasında asılı) teknik direktörlüğüyle başlamış, bir dizi yenilgi almıştı. Kopan fırtına Toshack'ı alıp götürünce, görev Guus Hiddink'e (o da yabancımız değil) verilmişti. Değişen bir şey olmamıştı, takım sahadan başı önde ayrılmaya devam etmişti. Hiddink de kısa sürede pes edince, o sıralar bir de ekonomik krizle boğuşmakta olan yöneticilerin aklına daha önce iki badirede can simidi gibi sarıldıkları Del Bosque gelmişti. "Yine geçici olarak" demişlerdi takımı teslim ederlerken. Ve o geçici teknik direktör mucize yaratmıştı. Ligte puan farkı çok açılmıştı, Del Bosque'nin getirdiği ruh bile kapatmaya yetmedi, Real Madrid ligi o yıl şampiyon Deportivo'nun 7 puan gerisinde beşinci bitirdi ama Avrupa sahalarında 8 şiddetinde deprem yarattı. İlk iki turda gruptan zar-zor çıktıktan sonra bir açıldı ki tutabilene aşk olsun. Çeyrek finalde Manchester United'ı devirdi, yarı finalde Bayern Munih'i, finalde de Valencia'yı ve 2000 yılının Şampiyonlar Ligi kupasını oyuncularıyla birlikte gururla kaldırdı. Vekaleti uzayan Del Bosque, Real Madrid'i birkaç ayda Avrupa'nın bir numarası yapmıştı. Vekalet tabii asalete dönüştü. Ondan iyisini nerede bulacaklardı ki... 2001'de İspanya şampiyonu oldular, 2002'de yine Avrupa şampiyonu, 2003'te yine İspanya şampiyonu. Arada bir İspanya süper kupası, bir kıtalararası şampiyonluk kupası ve bir UEFA süper kupası da cabası. 2002'de dünyanın en iyi teknik direktörü seçilmiş, 2003'te de en iyiler arasında yer almıştı. 2003'ün 22 Haziran'ı "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak anılır. Tarihte ikinci kez. (Rastlantıya bakın, ilk Uzun Bıçaklar Gecesi de yine Haziran'da yaşanmıştı. 1934'te, Almanya'da. Hitler dava arkadaşı, zor yıllarının yoldaşı ve SA diye bilinen paramiliter Hücum Birlikleri'nin komutanı Ernest Röhm ve yardımcılarını 30 Haziran gecesi yok etmişti. Çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon Kahverengi Gömlekli ile Röhm, Hitler'den bile güçlü konuma gelmişti. Röhm, hücresine atılan silahı şakağına dayayıp tetiğe basarken, dünyaya veda niyetine "Cehennemde görüşürüz Adolf" diye bağırmıştı. 11 yıl sonra buluştular.)
Asno de muchos, lobo le comen (Sahibi çok olan eşeği sonunda kurtlar yer) İspanyol atasözü
Ne diyorduk? Ah evet; Atletic Bilbao'yu 3-1 yenip İspanya lig şampiyonluğunu kazandıkları o 22 Haziran 2003 gecesi tribünlerde kıyamet koparken, taraftarların havai fişekler eşliğinde söyledikleri "We are the Champions" şarkısı yeri göğü inletirken, Del Bosque ve futbolcuları sessiz sedasız soyunma odasına gittiler. Tribünlerin şampiyonluk turu isteğini duymazlıktan gelerek.
Çünkü Real Madrid'in yeni patronu Florentino Perez, genel menajer Arjantinli Jorge Valdano aracılığıyla Del Bosque ve takım kaptanı Fernando Hierro'ya "Artık kendileriyle çalışamayacağı, o nedenle sözleşmelerinin yenilenmeyeceği" haberini göndermişti. (İddiaya göre yönetim kurulunda konu 5 saat boyunca tartışılmış, kararı oybirliğiyle çıkartmak isteyen Perez, ikna için her yola başvurmuştu... Oysa daha bir ay önce Del Bosque'ye sözleşmesini iki yıl uzatmayı önermiş, o altın kalpli adam "Ben 35 yıldır bu kulüpteyim. Burası benim evim. Acelemiz yok, vakti gelince imzaları atarız" diyerek ona hem zaman tanımıştı hem de açık çek vermişti. Futbolcuların karara tepkileri o kadarla da kalmadı; basının "şampiyonluk hatırası" fotoğrafı taleplerini de geri çevirdiler, Real Madrid'in her şampiyonlukta kutlama törenleri yaptığı Cibeles Meydanı'ndaki havuz şenliklerine katılmayı da. Del Bosque şampiyonluk gecesi kovulma kararına tek cümleyle yanıt verdi: "Hiçbir günahım yok..." Başkan Perez'in yanıtı "Evet günahı yok ama ben artık pos bıyıklı 'demode' teknik direktörlerle çalışmak istemiyorum. Bana en az iki yabancı dil bilen, atletik, şık giyimli, kısacası vitrin bir çalıştırıcı lazım" oldu. Buldu da. Sözde. Önce Portekizli Carlos Queiroz'u getirdi. Fazla dayanamadı garibim. Ardından Jose Antonio Camacho şansını denedi. Arada, Perez'i yanlış yönlendirip Del Bosque ile yolların ayrılmasına neden olan Valdona da çekip gitti... Real Madrid şimdi Del Bosque'li günleri mumla arıyor. Ne İspanya liginde umut veriyor ne Avrupa'da.
"Mas son les amenazados que los heridos" (Tehdit edilen onca insan sapasağlam yaşamaya devam ediyor) İspanyol atasözü
Ve o aranan, özlenen adam geçen haziranda Beşiktaş'ın -yeni- yönetimince kafasını dinlediği, çocukluk arkadaşlarıyla kafelerde buluşup gırgır yaptığı memleketi Castellino'da bulunup İstanbul'a getirildi. Ama öylesine sabırsız, öylesine başarıya susamış ya da öylesine geçen sezonun öfkesiyle dolmuşlardı ki yöneticiler, "sıfır kayıp, sıfır yenilgi" beklediler Del Bosque'den. Hem de ona hiç danışmadan tüm transferleri yaptıktan sonra. Hem de Real Madrid'in aksine bir sezonluk avansı bile reddederek. Şimdi o adam gibi adam ne ununun ne yağının ne de şekerinin alımına karıştığı malzemeden helva yapmaya çalışıyor. Ve her tökezlenmede Roma imparatorlarının günümüzdeki kopyaları başparmaklarını yere doğru indiriyorlar: "Gitsin..." İspanya'da "Yıldız terbiyecisi" diye nam salan (onca bilmem kaç milyon euro'luk oyuncuyu şevklerini, azimlerini bozmadan, formdan düşürtmeden yedek kulübesinde oturtmak her babayiğidin harcı değil) o ise sesini asla yükseltmeden, kendisi için yazılan senaryolara efsanevi efendiliğiyle, Ahmet Haşim'in o ünlü şiirindeki gibi yanıt veriyor: "Merdivenleri ağır ağır çıkmayı tercih ederim. Sindire sindire..." Bakalım Beşiktaş yönetimi ona merdivenin son basamağına kadar çıkması için gerekli zamanı verebilecek mi? Ama hayatının Türkiye bölümü ister kısa olsun, ister uzun, o yükseklerde uçmaya devam edecek. Tek başına. Bir İspanyol atasözünün dediği gibi:
"De l'agua mansa me libre Dios! Que de la brava me gardere yo." (Tanrı beni sakin sularda korusun, çağlayanları tek başıma aşmasını bilirim.)