22 Ağustos 2017
Altı-yedi yaşlarımdayım. Demek yıl 1964. Kars'tayız. O akşam sinemaya gideceğimiz söylendi. Filmin adı da verildi: Jerry Lewis Kore'de. Akşam oldu. Babam geldi. Hep birlikte evden çıkacağız. O kadar heyecanlıyım ki yerimde duramıyorum. Evin içinde zıp zıp zıplıyorum bir yandan da bağırıyorum: Jerry Lewis Ko-re-de, Jerry Lewis Ko-re-de.
Gittik. Sinema delisiyim. Babamın her zaman kiraladığı 'loca'da oturduk. 'Sımışka' (Rusça günebakan çekirdeği demek) yiyerek izledik. Bazı sahnelerini hiç unutmadım. Sonradan aradım buldum. Meğer o film Lewis'in The Geisha Boy isimli filmiymiş. Ama kuşkularım var. Çünkü ben basbayağı bir savaş filmi görmüştüm. Muhtemelen Lewis'in At War with the Army filmi gösterilmişti. Ve o adla sunulmuştu. Çünkü hatırladığım sahneleri sonra o filmde buldum.
İlginç olanı şu ki daha o yıllarda Allah'ın unuttuğu Kars'ta bir çocuk onun filmleriyle heyecanlanıyordu. Oralarda bile 'star'dı, Lewis. Ardından çok Lewis filmi gördüm, bütün kuşakdaşlarım gibi. Ama o türden komediyi sonradan hiç sevmedim. Hele Dean Martin'le oynadıkları filmlerin Canciğer Kardeşler olarak ve Kayseri şivesiyle seslendirilmesine, güldüm, evet, ama hiç mi hiç haz etmedim. (Frannco Franchi ile Cicio Ignasettin isimli iki İtalyanın oynadığı filmlerin Türkçe seslendirilmesi olan Yavru ile Katip bence daha uygun ve hoştu. Ama onda bile bunalırdım.)
Lewis'in oynadığı karakterlerde o üst üste gelen aptallıkları baktım içime sıkıntı veriyor. Bıraktım. İşin daha da ilginci aktörün belli bir dönem Amerika'dan çok Fransa'da tanınmasıydı. Legion d'Honeur vermişlerdi kendisine. Onların Louis de Funes'leri vardı. Onu Lewis'ten daha fazla seviyorum. Asıl dahi o bence. Hâlâ izliyorum filmlerinden sahneleri. Çok sıkıldığımda. Bana göre Funes 'burjuva komedyen'di.
Gene de onun çok büyük bir komedyen, neredeyse bir dahi olduğunu kabul ederim. 1950 ve 60'larda Amerikan kültürünün yayılmasında büyük işlev üstlenmiştir. Komedi sinemasına, stand-up'lara katkılar getirdiği açık. Öyle olmasa ortağı Dean Martin'i sahneden silmezdi. İyi de olmuş. O da gidip kendisine müzik kariyeri yaptı. Öldüğünü duyunca işte böyle şimşek hızıyla yaşadım 50 küsur yılı zihnimde.
ANILAR VE YENİLER
20 Ağustos 2017
Sınıfa şöyle küçükten de küçük, büyük ve geriye doğru oval kafalı, çok tatlı bir çocuk girdi. Babası, Ahmet Tufan Gül, Maliye Bakanlığı'nın Washington görevlisiymiş. Türkiye'ye dönmüş. Oğlu İngilizceyi anadili olarak bildiği için seviye sınavına almışlar. Ankara Koleji'nin lise birinci sınıfına kaydetmişler. Yaşı bizden küçük. Faruk Gül isimli bu çocuğu yanıma oturttular. Benim Türkçem, edebiyatım 'kuvvetli' imiş, ona yardım edecekmişim. Onlar bir yana müthiş arkadaş olduk. Birbirimizin evine gitmeye başladık.
Onların evine gittiğim o karlı günü hiç unutmam. Herhalde hayatımda birçok şeyi o gün gördüm. Mesela 'corn flakes'. Babası evdeydi. Tanıştık. Bana ilk 'Hasan Bey' diye hitap eden kişilerdendir. Annesi çok güzel, yapılı bir kadındı. Daha sonraki gidiş gelişlerimde onu hep divana uzanmış romanlar okurken hatırlıyorum.
Asıl girdiğim eve vuruldum: Cinnah Caddesi No 19! Müthiş bir binaydı. Zaten Cinnah yokuşunu tırmanırken, Amerikan Kütüphanesi'nin karşısındaki bu biraz da şaşırtıcı binayı beğeniyor, merak ediyordum. Üstelik, sanırım onu da ilk görüyordum, ev içeriden 'dupleks'ti ve çok sevmiştim. Uzun koridoru, binayı dışarıdan, yanından ören garip doku. Hepsi çok şahsiyetli görünüyordu.
Sonra lise bitti. Herkes kendi yoluna gitti. Başlangıçta tutuk olan Faruk sonradan matematik dersinde falan çok açıldı. Birbirimizi neredeyse 30 yıl görmedik. Bir gün Amerika uçağında yanıma geldi. Kendisini tanıttı. Sonra biraz yazıştık. Gene suskunluğa gömüldük. Hayatlar... (Yıllar sonra hiç unutmadığım bir 'olayı' o da bana yazdı. Kimya dersinde ikimiz de ayrı ayrı 10 üstünden 0.5 almıştık.)
Faruk İstanbul'da tıp fakültesini kazandı. Yıl 1975. Sonradan duydum ki Boğaziçi Üniversitesi iktisat bölümüne girmiş. Bitirmiş. Gene bizim sınıftan Simin'le (Erman) evlenmişler. İktisat alanındaki akademik kariyerinde müthiş başarılar kazandı Faruk. Şimdi Princeton'da. Ben Princeton'dayken odamdan çıkmayan John Nash ha bire ondan söz ederdi. Nobel'i almasını bekliyorum.
Bütün bunları Hürriyet gazetesinin yaptığı '100 mimari eser' soruşturmasında önem verdiğim bazı mimarların Türkiye'deki en önemli yapılar arasında Farukların bahsettiğim o güzel evlerinin bulunduğu binayı, Cinnah 19, zikrettiklerini görünce hatırladım. Evet, Ankara'dan ayrılana kadar çok gördüğüm (ama bir daha içine hiç girmedim), gözümün önünde yaşlanan ve yıpranan o binayı Nejat Ersin 1960'ta tamamlamış. Gerçekten hoş bir modernist yapı.
Nereden nereye... Listeye geleyim. Fazla bir şey söylemeyeceğim. 100 yapıt çok fazla. Neredeyse öne, ele gelen tüm 'klasik' yapılar mevcut listede. Ayrıca, soru sorulan insanların bir bölümü bu işlerle amatör olarak bile ilgili değil. Bir de 20 yapı seç ve tarih sınırlaması olmasın deyince antik Yunan'dan bugüne uzanan bir liste çıkmış.
Bu listeler önemlidir. Ayıklayarak, seçmeci bir yaklaşımla hazırlamak gerekir. İkiye bölünseydi, antik ve modern yapılar diye daha iyi olurdu. Bir de keşke sadece uzmanına sorulsaydı. Kendi listemi yayınlayacağım. Hem de iki liste olarak. Gene de bu listeden bilmediğim bazı yapıları öğrendim. Onları görmeye çalışacağım. Anılar ve yeniler... Kısa günün kazancı!