2 Ağustos 2017
Sabah o kadar da erken olmadan çıktık. Yeni köprüden geçince iki saat sonra Bursa. Arabayı Çelik Palas oteline park edip kente indim. Bir kere daha Ulu Cami, yeniden Yeşil Cami. Koza Han.
Osmanlıların 1499'da inşa ettikleri bu Ulu Cami'den 1560'ların başında Süleymaniye'ye gelmeleridir bence asıl mucize. Müthiş bir yapı her ikisi de. Hele Ulu Cami'nin taç kapısı. Çıkınca yemek, Hünkar'da. Müthiş bir garson: Şerif Bey. Hiç böyle şey görmedim. Çok güzel bir Bursa yemeği yedik.
Şerif Bey topladığı kestaneleri anlattı. Ne yapalım, hepimiz vakti zamanında bir şeyler topladık. Şimdi de anılarımızı topluyoruz işte. Bursa'da Tanpınar'ı anmamak olanaksız. Aşamadığı 'baba' yani Yahya Kemal kompleksi içinde zorlamayla yazdı o Bursa'da Zaman şiirini ve kim ne derse desin zorlamayla kaleme aldı o Beş Şehir kitabını.
Sonra Ayvalık, sonra Cunda. Garip bir otele yerleştik. Kendimi Amerika'da bir 'motel'de sanıyorum. İşe bak, önündeki denize 'iç deniz' diye girilmiyor. Hüzün ve utanç verici bir şey bu. Ama görüntüye diyecek yok. Akşam Mine'yle buluştuk. Deniz restoranda yemek yedik. Sonra Cunda'nın içinde dolaştık. Taş ve eski yapılar, parke döşeli sokaklar, turuncu ışık her zaman etkileyici. Fakat kıyıdaki lokantaların kalabalığı hiç bana göre değil.
3 Ağustos 2017
Ayvalık denizi çividen daha çok batıyor
Sabah Ayvalık'a indik. Etrafta dolaştık. Pazarıymış kasabanın. İlginç tek bir şey bulamadım. Bir tek 'keloğlan' dedikleri bir tür şeftali tanıdım, yedim. Biraz da karadut. Derken küçük bir lokanta gördük. Müthiş bir esnaf lokantası. Zeytinyağlılar yedik. Her biri diğerinden güzel. Yemek budur, daima yereldir ve daima bir kültüre dayanırsa etkileyicidir.
Biraz da antikacılarda dolaştıktan sonra Ada Camping'e gittik. Güzel bir yol. Ama deniz çividen daha çok batıyor insana. Anlaşıldı, bu Ayvalık'ta deniz bana uzak. Dönünce Bay Nihat'ta yemek yemeye 'çalıştık'. Çünkü pek yenecek gibi değildi. Aksayan servisin üstüne bir de tuzundan ötürü ağzımıza bile süremediğimiz lakerdayı da kattıkları hesabın yakıcılığı, yıkıcılığı eklenince işte her zamanki gibi yemek yerine dert yemiş olarak döndük otele.
4 Ağustos 2017 /Bergama'nın hali üzücü
Midilli'ye gideceğiz. Saat 7.30'da kuyruğa girdik. Adet öyledir dedikleri için. Güneşin altında 45 dakika bekledikten sonra 8.15'te pasaportlarımızı memura verince anlaşıldı ki, J yanlış pasaport almış. Ne yapalım, kuyruktan çıktık, hemen yandaki deniz kıyısı kahveye oturup kahvaltı ettik. Ansızın aklıma geldi. Bergama'ya gitmek istedim. Yıllar önce geçmiştim, oradan da. Hayretler içinde kaldım. Vakti zamanında tepeye uçsuz bucaksız bir kent kurmuş, aşağıda ovada büyük bir hastane sistemi (Asklepion) işleten o kentten bugünkü yoksulluğa, çaresizliğe, tükenmiş Bergama'ya nasıl gelmişiz?
Önce yemek yemeliydik. Tamam, sonunda yerel bir esnaf lokantası bulduk, yerel 'çığırtma' yedik ama her şey çok üzücü.
Bergama müthiş. Tepeye çıktım. Tapınağa tırmandım. Tanrıların huzurundayım diyorum ama şimdi olmayan insanlar vardı asıl orada. Gene de tam bir harabe Bergama harabeleri. Asklepion da etkileyici bir yer. Geç vakit gittik. İyice yatmış güneşin yarattığı ışık oyunları ve loşluk ayrı bir güzellik katıyor her şeye. Müthiş duygular yaratıyor bende bu ıssız ve eskil yerlerde dolaşmak.
Fakat bu Kültür Bakanlığı'nın bu ören yerlerindeki hali de pek iç açıcı değil. Bir kere giriş 25 TL çok pahalı. İkincisi Bergama girişindeki memurların halleri, boş vermişlikleri cabası.
Döndük, İstanbul'dan gönderilen pasaportu aldık. Midilli yarına ertelenince Ayvalık'ta Bacacan otele geçtik. Çok güzel. Akşam yemeği onun iskelesinde yedik. Böyle bir gün batımı bulmak kolay iş değil. Homeros'un durup durmaksızın anlattığı şafak-gün batımı-deniz ilişkisini şimdi yerli yerine oturtuyorum. Uzun gün güzeldi.
5 Ağustos 2017 /10 kişilik masalarda hep Türkler
Büyük bir felaketle vardık Midilli'ye. Sabah saatlerce kuyrukta bekledik. Derken feribot geç kalktı. Vardık. Bu defa güneşin altında pasaport kuyruğuna girdik, 1.5 saat. Araba kiralayan kişiyi 45 dk bekledik. Nihayet yol ve Molyvos. Vardığımızda saat 14.30'du ve 7.30'dan beri ayaktaydık. Triana'da güzel bir öğle yemeği oldu. Uzun sürdü. Yorgundum. Sonra bir plaja gidip denize girdim. Nihayet... Su soğuk ama öyle çıldırtıcı derecede değil.
Akşam gene aynı yere gittik. Meğer canlı müzik varmış. Üç kişilik bir gurup bir yandan demlenip bir yandan çalıp söylüyordu. Hemen önümüzdeki masada bir çift, adam bembeyaz upuzun saçlı, bıyıkları da öyle, bembeyaz ve tıpkı bir Yunan bıyığı gibi, yanında güzel, gösterişli, yapılı bir kadın, yiyip içiyorlar, kalkıp sirtaki yaptılar. Oturdular. En sonunda da adam kalkıp tek başına oynadı. Doğrusu yerine oturtamadım. Sonra tavernacılarla konuştular. Çekip gittiler.
O arada başka bir adam geldi. Yanında çocuğu. Yerinde duramıyor. Kalkıp oynadı. Efendim bütün 10 kişilik masalar Türk 'heyetleri'. Bizim havalar çalınca dayanamayıp oynadılar. Adam da oynadı. Herkes oturdu. Adam yemeğine döndü. Gene şen bir hava çalıyorlardı ki, adamın ağzındaki lokmayı fırlatıp deli gibi sokağa koştuğunu gördüm. Meğer Türkler tavernadan çıkmış ama havayı duyunca yolun ortasında oynamaya başlamışlar, bu da görmüş. Onları kolundan tutup getirdi, kırıla kırıla oynadılar. Bizimkiler gitti. Adam biraz demlendi. Bu defa şarkıcı kızı gitti kaldırdı.
Anladım ki, eğlenmeyi bilmek başka bir iştir.
6 Ağustos 2017 / Günübirlik tatilciler?
Skala Sikamias'a gittik. Mucize. Ufacık bir yer. Nefis bir kafe. Çıt yok. Orada kalmak isterdim. Belki ileride yaparım. Çıktık. Kagia plajına vardık. Yemek yedik, küçük bir balıkçı lokantası. Lezzetli her şey. Sonra denize girdik. Fena değildi. Duşlar, parklar ücretsiz. Geri döndüm. Petra'yı duymuştum. Biraz kum, epeyce çakıllı bir deniz. Gene de çok güzeldi. Akşam limana indik. Gün güzel batıyor. Ama asıl mehtap vardı. Etrafta gene büyük masalar Türklerin. Buraya günü birlik geliyorlarmış. Aklım almaz. Dönünce müzik çalan bir kulübe gittik. Fazla gürültülüydü. Sıkıldım. Sonra serin, sessiz, küçük yollar ve biten gece.
7 Ağustos 2017 / Dolunayda Midilli
Son gündü bugün Midilli'de. Skala Eressos! Çok duydum. Uzun bir yol. Neticede nefis bir yer Eressos. Gene bir lokantaya oturdum. Sonra denize girdim. Gerçek deniz bu. Plaj da nefisti. Fakat dehşetli bir sıcak vardı. İnsanlar eriyor. Bir de ne göreyim, o gece tavernada sirtaki yapan kadınla adam yanda oturuyor ve ikisi de Türk! Eh, Türklere de bu yakışır (!) Sonra dönüş, sonra liman, bu defa 'tutulmuş' dolunay. Ne kadar etkileyiciydi, bir de lokanta bu kadar kalabalık olmasaydı.
8 Ağustos 2017 / Ayvalık'ın tatlı kültürü
Neyse ki, Ayvalık'a dönüş çok kolay oldu. Bavulu bırakınca gidip gene bir esnaf lokantasında, Paşalı Çorbacısı'nda nefis yemekler yedik, zeytinyağlılar. Büyük bir kültür var bu Ayvalık'ta. Hiç yozlaşmamış! Anlaşılan Ayvalık'ta bir tatlı kültürü var. Birçok dükkan 'tatlıhane' adını taşıyor. Tuzsuz peynir burada başlı başına bir kültür. Üstüne reçel konup yeniliyor, yemek üstüne. Biz de bir peynir tatlısı yedik.
Akşamüstü Ayışığı Manastırı'nda Sabancı Üniversitesi'nin Suzan Sabancı Hanımın hamiliğinde düzenlediği konferansa gittim. İki Osmanlı bilim tarihçisinin tebliğlerini dinledim. Güzeldiler. Ama benim anlattıklarıyla sorunlarım var. Çok doğal. Biraz tartıştık konuşmadan sonra. Derken gene arabaya binip uzun bir yolla Deniz Yıldızı lokantasına geldik. Derya Hanım, ablası, Mine hep birlikte güzel bir yemek yedik. Güzel sohbet ettik. Ayvalık-Midilli serüvenine nokta!
9 Ağustos 2017 / Namık Kemal'in mezarında
Büyük macera oldu. Karar vermiştim. Çanakkale üstünden gelecektim. Sabah erken yola çıkınca önce Assos yol sapağı civarında o nefis manzarada mola verip birer kahve içtik ve her bir Türk kahvesine 7.5 TL ödedim, Allah'ın dağ başında. Devam ettim. Önce Truva. Epey değişmiş etraf. Hızla dolaştık. Bana göre akıl alacak bir yer değil. Dünyadaki ilk yazılı dilin mekanı. Schliemann geldi, çukur kazar gibi kazdı, aradığı hazineyi çıkardı, çekti gitti.
Bir yabancı arkeolog çocukla konuştuk. Meğer o da benim gibi Truva savaşının hiç olmadığına inananlardanmış. Ama zaten sanat hayattan her zaman daha büyüktür. Çıkınca Ezine'ye uğradık. Peynir aldım. Bir benzinci "O peynir asıl Ayvacık peyniridir, Ezineliler 'patenti çaldı" dedi. Güldüm. Çanakkale'de durmadım. Eceabat feribotuna bindim, inince doğru Gelibolu.
Coğrafya ve peyzaj gitgide heyecan verici hale geliyordu. Gelibolu'da durduk. İlhan lokantasında yemek yedik. O deniz, o teras. Burası dünyanın başka bir yerinde olsa... Burada döküntü bir halde. Örtüsü örtü değil, tabağı tabak değil. Neyse ki, yemek kötü sayılmazdı.
Devam ettik. Bolayır'a vardım. Hep aklımdaydı. Babam 1944'te hazırlık kıtasına Gelibolu'ya gittiğinde birlikten ayrılmış, yürüyerek Bolayır'a varıp Namık Kemal'in mezarını ziyaret etmiş. Kaç defa gittim Çanakkale'ye bir türlü kısmet olmadı. Bu defa nihayet. Neredeyse dökülen bir mezar.
Diğeri Süleyman Şah'ın kabri. Daha etkileyici. Ama niçin daha mükemmel olmasın? Bolayırlılar bana kızmasın. İşte babamdan bugüne gelen hikayeyi anlattım. Kalbimde bu kasabanın başka bir yeri vardır. Fakat sizce de Namık Kemal'in naaşı İstanbul'a taşınmamalı mıdır?
Bolayır'dan sonra Şarköy'e gittik. Chateau Kalpak şarap imalathanesine uğradık. Tekrar yazayım: bu peyzajın yeryüzünde eşi menendi yok. Ve ne yazık ki, bizim de ondan haberimiz yok. Marmara Ereğlisi girişinde bu defa Chateau Nuzun'a uğradım. O bölge küçük bir Bordeaux mu oluyor? Daha fazla gidilip gelinmeli, bu güzergah daha fazla işlenmeli. Yemeği hemen çıkışta Öge diye bir benzin istasyonu, yol üstü durağında hallettik. Böyle temiz, nezih bir yer görmedim. Hayretler içinde kaldım. Bravo!
Sonra yol. Sonra İstanbul!
Onu bunu bilmem. Midilli güzel, etkileyici bir yer. Ama ben Kuzey Ege diyorum, eğer insanın aradığı peyzajsa...