31 Ağustos 2016
DÜŞÜNENLERİN aklına sağlık. Sabancı Müzesi bahçesinde Vogue dergisinin düzenlediği nefis bir açık hava sineması programına katıldık. Senede şu kadar defa gittiğim, değil İstanbul'un, değil Türkiye'nin, dünyanın en güzel, en çekici, en ilginç noktalarından biri olan Sabancı Müzesi bahçesinde, o nefis terasta, Boğaz ayaklarımızın altındayken bir de sinema seyredeceğiz de kendimizden geçmeyeceğiz, böyle bir şey mümkün mü? Hele o ağırlamanın nezaketi, nezaheti ayrınca anlatmaya değer. Vogue'a, Doğuş Dergi Grubu'na, başındaki sevgili Dr. Seda Domaniç'e ne kadar teşekkür etsem az...
Hava rüzgarlıydı, gökyüzünde bulutlar vardı. Denizin sırtını gerişi uzaktan görülebiliyordu. Karşı kıyının ışıkları sarı, turuncu noktalar olarak parlıyordu. Üstümüzde büyük fıstık ağaçları vardı. Bahçeden kokular geliyordu. Yaz yavaş yavaş sonbahara ağıyordu.
SON FIRSAT
Duvarda Kuzgun Acar'ın heykeli vardı. (Hâlâ duruyor yerinde, bir süre sonra kaldırılacak ve Unkapanı'ndaki İMÇ binasındaki yerine iade edilecek. Hâlâ görmeyen varsa ve gidip görmüyorsa işte bu yazıda anlattığım şu güzelliği kendisine yasaklayıp, ihanet ediyor.) Az ötede Heinz Mack sergisi yer alıyordu. O da açık.
Film ise herhalde beş-altı kez gördüğüm High Society (buna Yüksek Sosyete diyebiliriz ama artık Jet-Set deniyor.) Nasıl sevilmez o nefis film.
Louis Armstrong ve Orkestrası var. Müzikleri Cole Porter yazmış. Her şeyden önce gelmiş geçmiş en güzel kadınlardan Grace Kelly var. Yakışıklı Frank Sinatra var. Bing Crosby var. (Hıncal Abi ne dersiniz?...) Film başladı, ben geçmişin açık hava sinemalarına gittim.
İlk o tür sinemaya Erdek'te girdim. Film izlemek bizim ailede, her şey gibi, başlı başına bir kültür etkinliğiydi.Hayri Amcalarla birlikte gittiğimiz bazı filmler bıçak gibi aklımda. Özellikle Hartum'u unutmam. Çıkışta Hayri Amca'dan dönemin tarihini, öyküsünü ayrıca dinlemiştik. Bir de ne hikmetse Bülbül Yuvası'nı anımsıyorum. Belki annem ağladı diyedir. Ötekileri de hiç unutmadım.
YABANA ATMAYIN
O sinemadan aklımda, üstümüzde sallanan uzun bir kordona yan yana asılmış cılız ampullerden çok, o sıralarda yıldızı parlayan Orhan Gencebay'ın o garip sesiyle okuduğu şarkılar kaldı. Sinema yönetimi çalar da çalardı. İşin fenası, Yavuz da (kardeşim) severdi onu.
Bir de film biter, çıkardık, sahildeki kahvelere otururduk, ben daima heyecan içinde olurdum.
Sonra Marmaris'e gitmeye başladık.Bu defa oradaki filmlere dadandım. Sinema, ilk kez altı-yedi yaşlarında evden kaçıp gizlice gittiğim, okumayla birlikte hayatımı doldurmuş, hiç beni bırakmamış iki sevgilimden biridir. Evin arkasındaki büyük arsada sinema 'oynayacak' da ben gitmeyeceğim. Orayı da ailece mutat edindik. Ama artık ergenliğe döndüğü için yaşımız, biz 'gençler' kendi aramızda otururduk. Ben onlardan da ayrılır tek başıma izlerdim filmleri. Sinemada değil, evin bahçesinde, avlusundaydık sanki.
O sinemadan da aklımda, akşamların/ gecelerin soğukluğu kaldı. Marmaris bugünkü felaketine uğramamıştı. Şimdi sahili 'basan' oteller yapılmamıştı. Dağlardan akşamları oluk oluk yel gelirdi. Süleyman Amca'nın hırkaları falan zaten yerli yerinde de, bir gece 'belim ağrıyor' diye yorganla geldiğini nasıl unuturum? Birçok geceler de 'yaşlılar' (Aman Allahım hepsi 40-45 yaşlarındaydı...) soğuk diye sinemayı terk ederlerdi.
O sinemadan mesela Who is Harry Kellerman and why is he saying those terrible things about me filmini anımsıyorum. Dustin Hoffman hâlâ gözümün önünde. Bir akşam Çiğdem (Çerçel) ve ailesiyle Camus'nün Yabancı romanından aynı adla Visconti'nin uyarladığı filmi izlemiştik. 'Yaşlılar' sıkılmışlardı.
Bir de müthiş bir anım vardır.Seks filmleri furyası henüz başlıyordu.Ne bilelim, Ali Poyrazoğlu ve Aydemir Akbaş'ın oynadığı komedi filmi diye gittik. Gayet de aklı başında başladı. Ama derken işler rayından çıktı, olmadık sahneler falan derken büyükler isyan etti. Ailelerin, toplayıp götürmek için teker teker çocuklarının adlarını bağırmalarını, onların da sandalyelerin arasına sinişini hâlâ şu satırları yazarken de hatırlayıp gülüyorum.
Kadıköy'de Yoğurtçu Parkı'ndaki açık hava sinemasını da yazayım. Orada da bir Kartal Tibet-Filiz Akın filmini hatırlıyorum.
Sonra bu sinemalar bitti. Şimdi görüyorum, Akmerkez'in üstündeki terasta galiba böyle bir sinema var.
Bir ara, ben henüz orada yaşarken, Ankara'da Karum'un veya Sheraton'un benzeri bir girişimi olmuştu.
Ne halde o işler şimdi, bilmiyorum.
Açık hava sinemaları bugün de yerleşik olsa gider miyim, hayır gitmem.Ama, ben, ben olduğum için gitmem. Mutlaka birileri izleyecektir o filmleri. Hiç yabana atılacak şey değildir açık hava sinemaları. Neticede Onat Kutlar gibi söyleyeyim, "Sinema bir şenliktir". Hele açık hava sineması büsbütün öyledir.
Tümü Sabancı Müzesi'ndeki kadar mükemmel olmasa bile!...
26 Ağustos 2016
Garip alışkanlıklar...
Tatili yarıda kesip bir düğün için döndüm 21 Ağustos'ta kente. Sabah arabayı alıp okula geldim. Beni bekleyen, postadan çıkmış kitaplar, dergiler vardı. Ben onları bekleyemedim.
İstanbul, yaz İstanbul'u.
Üstelik, pazar sabahı. İn cin top oynuyor.
Okul bomboş. Ama kitaplar gelmiş. Hepsini açtım. Ne kitaplar, ne kitaplar. Yeni romanlar, oyunlar, kuramlar.
İçlerinde birisini, böyle, yatmadan önce falan karıştırdım, öyle öyle okudum. Mason Currey'nin, Daily Rituals kitabı.
Tanınmış yazarların, politikacıların, sanatçıların alışkanlıklarını anlatıyor. Sandığım kadar ayrıntılı, analitik, yenilikçi çıkmadı. Bazı kişiler hakkında yazılan ve anlatılanları da sorunlu buldum ya, önemli değil.
Asıl mesele bu alışkanlıklar konusu. Bilmiyorum, alışkanlık muhakkak bir garabet içermeli mi?
Hiç sanmıyorum. İnsanlar yaratıcı kişilerin alışkanlıklarını, kişiliklerini merak ederler. Nasıl olursa olsun...
Tanıdığım en garip kişi kimdi diye düşünüyorum, herhalde Ulus Baker'di. Ama onu kim tanıyacak?
Tanıdığım en normal insansa, belki şaşırtıcı, Attila İlhan'dı. Hatta Attila Abi biraz da zorlardı kendisini, belki, öyle 'normal' olmak için. (Bazı garipliklerini anlatmıştır bana ama şimdi yazmam.) İnönü'yü, gördüm, herhalde tanıştığım en yaşlı kişi oydu, gayet olağan birisiydi. Demirel öyleydi. Herkesin olduğu kadardı onların ilginçlikleri de. O zaman anladım ki, toplum bir süre sonra, ilginç bir sessizlik ve kabullenmeyle benimsiyor karşıdakini, nasıl olursa olsun. Ama bilmek istiyor, nasıl yapıp ettiğini.
Biraz da şamanistik bir tutumla yaratılan yapıtla veya ortaya konanla o yaşantı arasında bir bağ, ilişki, ilinti arıyor.
Mutlaka vardır o ilinti. Çünkü, bana kalırsa her şey maniktir. Belli bir rütüele dayanır. Hele yaratıcılık büsbütün öyledir.
Ama bunun mutlaka çok şaşırtıcı bir şey olması gerekmez. Zaten insan bir süre sonra o karakteristik yanıyla tanınıyor.
Ve herkesin yaşamı bir ilginçlik bütünlüğü.
Öyle ki, bir süre sonra fazla normal olan birini de o yanıyla farklı görüyoruz.
Bense zor bir insanım, artık kabul ediyorum ama ayrıntısına girmem. Kendime de zorum çünkü, bir noktadan sonra. Fakat temel alışkanlığım basittir: sabahleyin kalkacağım, ev sessiz olacak, ben masanın başına geçip yazmaya, çalışmaya başlayacağım. Ama o daha başlangıç...