7 Ağustos 2016
Dali'nin 7.5 milyon lira veya dolarlık heykeline saldırılar olmuş.
Tam bu haberi okuduğum gün, NTV stüdyolarından çıktım, baktım Maslak'a çıkmadan önce hemen oradaki küçük meydana güzel, beyaz, modern bir heykel yerleştirilmiş. Az ötede o kadar beğenmediğim, hatta gayet çirkin bulduğum başka bir heykel var. Onu da geçince, dur dedim, şu bayıldığım şeyi yapıp, tamamen bilmez görünüp şu şoföre "Bunlar nedir, kim koymuştur?" diye sorayım. "Nedir?" deyince, nefis bir cevap verdi, "Süs gibi bir şey" dedi.
Ben özellikle ilk heykeli o civarda bulunan Elgiz Müzesi'nin koymuş olabileceğini düşünüyorum ama gene de üsteleyince, "Vallahi" dedi, "Bu işler hep belediyelerin başı altından çıkıyor, bunu da olsa olsa Sarıyer Belediyesi koymuştur". "Şahıs koymuş olamaz mı?" diye bastırınca ben daha da güzel bir cevap verdi, "Yok canım, şahıs bunu nereden bulacak da buraya koyacak, ha zaten miras müras kalmışsa, o da başından atmıştır ama pek ihtimal değil..." Keyfim yerine geldi, tıkanmış trafiğe bile hiç aldırmadım...
Bu meydanlara heykel koyma işi bizde büyük derttir. 1970'lerde Rusya'ya gidip gelenler, "Meydanlar, parklar büyük adamlarının heykelleriyle dolu" derlerdi.
Paris'e gidip gelenler zaten 'kent demek heykel' demektir diye düşünürdü.
HEYKEL NE İŞE YARAR?
Onlar 19. yüzyılın heykel-kent ilişkisinden arta kalanlardı. Oysa aradan geçen sürede bu işin çapı, yönü, anlamı, işlevi tümden değişti. Ben en son NY'ta Federal Plaza'dan kaldırılan Richard Serra heykelinin kopardığı fırtınayı hatırlıyorum.
İstanbul heykelsiz bir şehirdir. Daha doğrusu heykelin dayanmadığı, heykeli tüketen, yiyip bitiren bir kenttir. Bu konuyu çok düşündüm. Şimdi onları uzun uzun sayıp dökmeye gerek yok. Fakat kentin sağına solun heykel yerleştirmek için çok uğraştım. Çok ileri noktalara da eriştirdim işi. Ama sonuçlandırmadım.
Abakanowicz heykelleri için anlaşmaya varmıştım, bilabedel heykeller getirilip kente yerleştirilecekti. Gezi olayları patlayınca hamiler vazgeçti. Ben de bir şey diyemedim. Keşke yapabilseydik.
Ortada algılanmayan gerçek şu: kente yerleştirilecek heykeller hangi ihtiyacı karşılayacak? Bu yerleştirilmesin anlamına gelen bir yaklaşım değildir. Bir kenti oluşturan estetik yapının, dokunun daha farklı karar alma mekanizmalarıyla biçimlendirilmesi gerektiğini söylemektir.
Gerçekten de öyle olmalıdır. Yoksa bilenlerin bilmeyenlere, bu heykel işinize yarar demesiyle kentin estetik oluşumu tamamlanmaz. Hele hele o heykel Etiler'deki İlhan Selçuk heykeli ise estetik 'yapıyorum' derken insan ne çukurlara düşer de haberi olmaz. Aynı şey o garip Atatürk heykelleri için de misli misli geçerlidir.
İstanbul'da heykel deyince benim aklıma gelen tek tük şeyler var. İşte şimdi, Sabancı Müzesinde durak Kuzgun Acar rölyefi ve Tünel'deki Ayşe Erkmen yapıtı.
Demek ki, olunca oluyor!...
3 Ağustos 2016
'Maya' tutmuştu...
Evet, darbe girişimi her şeyi altüst etti, ağzımızın tadını kaçırdı.
Kimsenin eli iş tutmuyor son zamanlarda, herkes üstüne yağan imajların etkisi altında.
Gece gündüz atlatılan büyük felaketin üstünde düşünüyor.
Gene de yaz işte. Mevsimler içinde insanı en fazla sarıp sarmalayanı. Kış öyle değildir.
Kışı, insan kuşatır. Ancak öyle ısıtılabilir ve aşılabilir kışın soğuğu, karı, buzu.
Şehirde yaz! Dünyanın değilse de yaşamın herhalde en güzel yanlarından biri. Kent yaz akşamlarının derinliğini çok yazdım. Çok da yaşadım.
Yaz öğlenlerini ise son yıllarda fark ediyorum.
Okulda zaman buldukça öğlenleri üç beş dakika ötede kente inip, çıkıp (çok güzel bu deyimler: kente inmek, kente çıkmak...) küçük bir şeyler yiyorum.
En sevdiğim anlardan biri küçük, nispeten sessiz, sakin, beyaz örtülü masaları olan lokantalarda hafif şeyler yemektir.
Bu duyguyu en iyi yaşadığım yerlerden biri Maya Lokantası'ydı. Karaköy'deydi.
Orası benim çocukluğumdur.
Maya'nın olduğu binanın ön tarafında, yol üstündeki Bankalar Caddesi'nde Celal dayımın avukatlık yazıhanesi vardı.
1960'ların başından 1998'e kadar yıllarım orada geçti. Hele 1980'lerin ortasında, Ankara'da yaşadığım ve İstanbul'u 'su yolu' yaptığım yıllarda o küçücük ama daima pırıl pırıl, daima çok düzenli yazıhaneyi neredeyse ben de kendime yazıhane yapmıştım. Ayrıca dayımla çok anlaşır, çok eğlenirdik.
Onu çok arıyorum.
Neyse, işte Karaköy, bu nedenle içimde daima sıcak rüzgarlar estirir. Maya'ya ilk açıldığında bu duygularla gitmiştim. Karaköy henüz bugünkü gibi kaynayıp taşmamıştı.
Oraya açılan ilk temiz, düzgün, özenli mekanlardandı.
Sahibi Didem Hanım'la gide gele ahbap olduk. Bende her defasında New York'ta bir lokantaya gelmişim hissi uyandırırdı. İç mimarlığı da bu duygumu pekiştiriyordu. Hele ortada, neredeyse 'hastası' olduğum bergamotlar dururdu ki, bayılırdım. Bir defasında vermişti.
Onlar da yıllardır masamın üstünde durur. Adeta taşlaştılar.
Gene de çenttiğim zaman kokularını salıyorlar. Şimdi o tazelik kokusu yerini biraz odunumsu bir kokuya bıraktı ki, bu daha bile güzel. Onunla ortak bir yanımız da vardı.
NY'ta çalıştığı 11 Madison benim yeryüzündeki en favori lokantamdır. Daha farklıydı, dönüştü, daha şıklaştı. Bu beni üzdü ama gene de severim.
Son kez gittiğimde işletmecisi genç arkadaşımla konuşurken kapatmayı düşündüklerini söylemişti. Bugün öğlen gideyim dedim. İçime kurt düştü. Telefon ettik. Cevap yok. Yanında, müdavimi olduğum Karaköy Lokantasını arayıp sorduk, geçen cumartesi kapanmış.
Müthiş üzüldüm. İstanbul, şu veya bu nedenden ötürü bu canım yeri muhafaza edemedi.
Hele akşamları büsbütün hoş bir yerdi. Tek kusuru kışın kapıdan gelen soğuktu. Ama onu da benimseyebiliyordum.
Neyse, Asmalımescit'teki Gram duruyor. O da bir teselli.
O kadar küçük bir yerin bu derecede verimli bir mekana dönüştürülmesi başarı. Üstelik tarzını, tavrını, tutumunu ayrıca seviyorum.
Maya 'tuttu' ama kalmadı.
Ben hem tutsun, hem kalsın isterdim. Ama kent yaşamı ve modern hayat biraz da kalanlardan çok gidenlerle ilgilidir deyip kendimi avutuyorum.