20 NİSAN 2016
Gariptir, hayatta en yakınlarımdan biri Müjde Ar, onu dünyalar kadar severim, ama bu ilişki bile Attila Özdemiroğlu'nu tanımama yetmedi.
Tanıştık. Hatırlıyorum. Aysel'in (Gürel) birinci ölüm yıldönümünde düzenlenen o çok güzel anma gecesinde sahneye çıkmış, dillere destan parçası Firuze'nin öyküsünü anlatmıştı. Ama bu tanışıklık ötesini getirmedi.
O kısa aralıkta, bütün o tür sanatçılar gibi, nahif, saydam ama bir o kadar da kendi bilmeceleri olan birisiyle karşı karşıya olduğumu anlamıştım.
Türk pop müziği diye bir olgu var.
1960'larda başlayan bu tarihi 1965- 1990 arasında günü gününe yaşadım.
Sonra kenarından kıyısından izledim.
1990'larin ortasında da ilgim sürüyordu ve bu dünya artık Sezen Aksu'nun hükümranlığına geçmişti. Sonra Tarkan geldi, başkaları da oldu. Ama 1994'te Kaş'ta geçirdiğim bir yaz boyu sıcaktan kuşların bile yuvalarına çekildiği o öğle sonraları kafelerde çalışırken boyuna çalan Tarkan'ın Aacayipsin albümünden sonra bu müzikle o kadar ilgilenemedim.
Ben de değişmiştim ama bu müzik haydi haydi değişmişti.
Özdemiroğlu bu tarihin doruklarından biri. Muazzam bir verime sahip. Yazdığı şarkılar dillerden düşmedi.
Bu tarihin birçok yönden önemi var. Benim içinse bambaşka bir anlam taşıyor.
Müzik ve şarkı bence bir toplumun bilinç dışını oluşturan, bir topluluğu topluma dönüştüren en önemli unsur. Fransa bugün Fransa ise bunun nedeni 'chanson'lardır.
O şarkıları söyleyen ikonik isimlerdir. Bizde de böyle.
Gerçi, bizde şarkıcılar bestecilerin önüne geçer. Ancak besteci şarkıcılar bu kalıcılığı yaşar. Aksu'nun mesela önemi buradadır. Özdemiroğlu ise bunu hiç şarkı söylememesine rağmen başardı. Büyük bir isim oldu. Neredeyse bilinç tarihimizi oluşturan şarkılar yazdı. Bunları Türkiye'nin en önemli sanatçıları seslendirdi. Daha ne olsun...
...diyeceğim ama bir de aşkları var Özdemiroğlu'nun. Belki o Fransız geleneğinden türemiş bir koşullanmayla sarsıntılı aşklar yaşamamış müzisyenler düşünemiyorum. Gainsbourg modeli biraz. Özdemiroğlu da öyleydi. Dünyanın en güzel kadınlarıyla birlikte oldu, evlendi. Aşık oldu, aşklardan yürüyüp gitti ama daima besteler yaptı.
Evet, şimdi söyleyebilirim artık, daha ne olsun...
***
9 NİSAN 2016
Erguvan günleri, mor salkımlar, leylaklar
Bu yıl ne olduysa oldu. Mor salkımlar neredeyse bütün şehri kaplıyor, duvarlardan sarkıyor. Ağaç tepelerinden üstümüze hevenk hevenk iniyor. Sadece o mu?.. Derken erguvanlar patladı. Bebek'ten gelirken sağ tarafta, tepedeki metruk binanın önünde açılan bir alanda yedi-sekiz erguvan var ki, bir arada yaşadıkları şenlik akla ziyan. Maçka'dan yukarı çıkarken sağdaki devasa erguvan ağacı da az buz şehrayin değil. Sadece o mu... Bahçede leylaklar birdenbire bir yıldız alacası gibi açıldı. Oktay Rifat'ın dizelerinin içimde açmaması mümkün mü?- 'köşe başını tutan leylak kokusu/yakamı bırak da gideyim'... İstanbul bu! Sonra Nişantaşı'na çıkıyorum. Bir Çingene kadın, küçücük kavak incirleri soyuyor. Bunlarla reçel yapılacak. İstanbul bu! Biliyorum, kısa bir süre sonra, torbalar, çuvallar dolusu güller satacak aynı kadın. Bu güller reçele dönüşecek. Evet, İstanbul bu! Erguvanlar yollara dökülüyor, sabahleyin mor sokaklarda yürüyorum. Ondan önce mimozalar yedikleri yağmurla üşümüş kaldırımların üstündeler ve sapsarı bir sokakta yürüyorum. Derken mor salkımların eflatununu utana utana çiğniyorum... Yok canım, İstanbul'un öldüğü falan yok. İş, bakmasını, görmesini, yaşamasını bilmekte... Yaşasın İstanbul!
***
10 NİSAN 2016
Selam, Sezar!
Nasıl üzülmem, nasıl şaşırmam, koca Coen Biraderler'in filminden, evet, pek de bir şey beklemiyordum, komedilerde her zaman başarısızdırlar ama bu derecede saçma bir filmle karşılaşınca da çıldırmamak imkansız. İstanbul Film Festivali'nde koşturarak gittiğim Hail, Caesar! hayal kırıklığını fersah fersah aşan bir saçmalıktı. O muazzam Barton Fink, o muhteşem Orada Olmayan Adam, o eşsiz Fargo ve o anlatılmaz İhtiyarlara Yer Yok'u yap, sonra da gel bu filmde dur. Ama dediğim gibi, Büyük Lebowski bir yana komedilerde daima başarısız oldular. 1940'lar sonu, 1950'ler başı Hollywood'unu anlatıyor film. Asıl ayıp, filme adını veren Caesar'ın, o Caesar giysileri içindeki George Clooney'nin bizde uyanan düşüncelerin uzağında bir şeyler yapması. Filmden sonra da düşündüm, o çapta bir oyuncu bu rollere kalkışır mı diye. Arka planda Berkley var, Herbert Marcuse var, komünistler var, Esther Williams'ın havuz şovları, Fred Astair'in tap dansları var, kovboy filmleri var ama yok kurtarmaya yetmiyor işi. Tek kelimeyle söyleyeyim: olmamış be Birader!... Kara filmciyiz, kara film isteriz.