SABAH'ın Kurumsal İlişkiler Sorumlusu, kendisi de bir sinema delisi olan, her zaman çok şık, nazik ve iyicil Fecir Alptekin gerçekten çok önemli bir adım attı. Bizleri kültür, sanat çevrelerinin önemli kurumlarıyla bir araya getiriyor. En son geçen hafta hepimizin göz bebeği İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın İstanbul Film Festivali sorumlularıyla bir araya geldik. Bu kurumun uzun yıllar içinde bulunduğumdan gayet iyi bildiğim kültürüne sinmiş bir şekilde çok iyi hazırlanmışlardı. İstanbul Film Festivali sorumlusu Kerem Ayan bize programı tanıttı. Sinema bir dünya. Bunda kuşku yok. Bir yandan hızla dönüşüyor. Hem teknik hem de sosyolojik olarak başka bir noktaya kayıyor. O da bir gerçek. Ama bunların hiçbirisi sinemada izlenen bir filmin derin, büyük, geniş hazzını sorgulatamaz bize. Çünkü, sinema bizim en eski, en uzak bilincimizde yer alan ilkel dünyamızdır. Sinema bu büyük hazdır. Laura Mulvey'den beri ayrıca film izlemenin ardında yatan cinsel kökenli hazları, bizatihi izlemenin ('röntgenciliğin'-voyeurism) hazzını da tanıyoruz. Kerem Ayan'ın tanıttığı festival bölümlerini izlerken bir yandan da düşünüyordum. Bu yıl 35'incisi gerçekleştirilecek festival önce Sinema Günleri diye başlamıştı. Türkiye kırık dökük ve yaralıydı. O günlerde bu 'günleri' ve bu ismi ne kadar sevmiştik. Nihal ve Ülker'in Yedikule'deki küçük evlerine gelirdim Ankara'dan ve festivali izlerdik. O kataloglara bakmak bile apayrı bir dünyanın içine girmekti. En sonunda, sanırım 2006 senesinde Ulusal Jüri Üyesi olmuştum. Asla jüri üyeliği kabul etmeyen ben ne kadar mutluydum o 10 gün, anlatamam. Çünkü, sinema büyük ve ebedi aşklarımdandır. Gene çok güzel filmler izleyeceğiz. 7 Nisan'da başlıyoruz. Katalog yayımlandı. Fakat asıl ilginç olanı, bu sene reklam filminde ve kataloğun üstünde vücuduna sinema kahramanlarını, 'tiplerini' dövdürenlerin gösterilmesi. Akıl almaz bir şey. Umarım o dövmelerin oluşturduğu bir sergi açılır. Son derecede çarpıcı bir şey bu... Nisan sürprizler ayıdır. Her yıl en büyük sürpriz İstanbul Film Festivali'dir. Gong çalmak üzere...
18 Mart 2016/Paris Kounellis ve Kiefer
Soğuk. Hatta çok soğuk. Gece ısı 1 dereceye düştü. Soğuk Kuzey rüzgarı ortalığı altüst ediyor. Kafelerin kaldırım masaları bomboş. Gece lokantadan dönünce otelin altındaki küçük kafenin kapalı bölümünde bile oturamadık. Sabahleyin Para Müzesi'nde Kounellis sergisini gezdim. 20. yüzyıl sanat tarihinin en önemli isimlerinden birisi olduğunu belirtmenin şu saatten sonra tek bir anlamı var: Kounellis hâlâ aynı derecede güçlü yapıtlar veriyor. Dünyaya 'yerleştirme' işini öğretmiş sanatçılardan biri. Üstüne üstlük Arte Povera akımının en büyük ismi. Bir türlü yazıp bitiremediğim 10 Yapıtta 20. Yüzyıl Sanatı'na onun galeriye doldurduğu 12 At işini de alıyorum. Bu sergi benim için daha şimdiden yılın en güzel, en çarpıcı, en lezzetli, ufuk açıcı sergisi. İç içe mekanlara yerleştirmeler gerçekleştirmiş. Hepsi birbirinden anlamlı, katmanlı işler. Teatral oldukları kuşku götürmez ama bir o kadar da trajikler. Neticede ölümle iç içe işler bunlar. Bıçaklar, Kounellis babanın vazgeçemediği canlı hayvanlar, balıklar, fareler... Ama bir o kadar da dengeler, düzenler, hassasiyetlerle ilgili bu sergi. Kounellis'i gördüm, tanıdım. İşlerini üretmesine tanıklık ettim. Kimseyle konuşmayan, dışarıdan baksanız bir balıkçı falan diyeceğiniz, başında yün beresi, sigara yiyip içerek yaşayan bu büyük, mütevazı sanatçı, İstanbul'da Galeri Artist için işler üretiyordu. Büyük vagonların içini İznik çinileriyle dolduruyordu. Muhteşem bir işti. Sonra onu geçen yıl CI'da sergiledik. Yemeğe gittik. Orada da konuşmadı. Karısı onun yerine yaşıyor diyelim. Nihayet Beaubourg ve Kiefer. İn ve cin top oynuyor ama bu sergi... Bir günde Kiefer ve Kounellis. Zihnimde birbirine temas eden noktalara değiniyorum, ister istemez, ama fuzuli bir gayret, ayrı ayrı birer burç bu iki sanatçı. Almanlarla uğraşmak zordur. Richter'in retrospektifini gördüğümde de anlamıştım bu gerçeği, daha doğrusu iman etmiştim. Şimdi bir daha çarpıyor suratıma. 1945 doğumlu bir sanatçı. Bu 'kronoloji'ye sahip olup da 2. Dünya Savaşı ve Almanya gerçeğiyle yüzleşmemek mümkün mü? Şimdi bizim tarih, bellek, kimlik vs diye 'okuduğumuz', tanımladığımız ve klişeye dönüştürdüğümüz Kiefer 'gerçeği' bu sularda yüzüyor, yani savaş Almanya'sında. Fotoğrafla gerçekleştirdiği ilk yapıtlarda Nazi üniforması giyerek çeşitli yerlerde Nazi selamı veriyordu. Bu yapıtların, ebatlarının karşısında insanın dili tutuluyor. 10-12 metre uzunluğunda yapıtlar. Neticede çok yüklü, izleyeni hem biçim hem içerik olan ezen yapıtlar bunlar. Kounellis'in bütün trajiğine rağmen dışa vuran lezzeti Kiefer'de yok. Türkiye bu yapıtları görmedi. Koleksiyonerler Kiefer almaya çalışıyor. Oysa bütün bunların ötesinde bir bağlam ve arka plan var bu yapıtlarda ve onların tamamına yabancıyız. Muazzam bir gündü demeyeyim de ne diyeyim?...