Ahmet Rasim'i çok severim.
Döner döner okurum.
Onun Türkçesinin kimselerde bulunmadığı kanısındayım.
İstanbul'un modernleşmeye, dönüşmeye başladığı bir dönemin kayıtçısıdır o. Şehir Mektuplarını okumamış olanlar okusun. Her defasında yeni bir şeyler öğrenirim.
Bir gazete yazarı olarak hiçbir zaman öylesi bir yol tutturmadım. Oysa çok gezdim, çok gördüm, çok düşündüm, mukayese ettim, tartıştım.
Kimseyi bulamadıysam kendi içimde yaptım o tartışmayı.
Fakat siyasetin gündelik meseleleri ve hayata nüfuz eden konuların, sembollerin kavramsal anlamları dışında içinde yaşadığım dünyanın gündelik gerçekleriyle doğrudan ilişkili yazıları ancak çok sınırlı bir şekilde yazdım. Bunu kendi payıma bir kabahat olarak görüyorum.
Türkiye'de basının en önemli eksiklerinden biri olarak da bu tür ciddi, derinlikli, bilgiye, görgüye dayalı gündelik hayat eleştirisidir.
Hayat çok karmaşık bir şey, bir örgüt. Düşünün bir günlük hayatın akışındaki durakları. Her an bir şeyle meşgulüz. Bir nesneye, bir kuruma, bir kişiye temas ediyoruz. Sosyallik bu. Modernlik de bu.
Eğer şehirde yaşıyorsanız, kim olursanız olun, hangi sınıfa ait olursanız olun gündelik hayatın o karmaşasını yaşarsınız. Modernlik şehirdir.
Köyde yaşayan insan hayatını kendi kuran ve sürdüren insandır. Oysa şehirde hayat başkaları tarafından örgütlenir. Siz onu satın alırsınız.
Taksiye veya otobüse binmek, lokantada yemek yemek, hastanede muayene olmak, sinemaya gitmek hep bu bütünün bir parçasıdır.
Bu yapı, hayatın tahlil edilmesini, eleştirilmesini gerektirir. Kullandığımız, kullanmak için satın aldığımız her şeyin bir bedeli vardır. O bedel asla ucuz değildir.
Dünyanın en ucuz şeyini alıyor da olsak bir paha öderiz. O pahanın karşılığı paradır sanırız.
Doğrudur. Öyledir. Ama parayı zaman harcayarak kazanıyoruz.
Demektir ki, ödediğimiz her bir kuruşun karşılığı ömrümüzdür. Yani para harcamak sanıldığından çok daha ciddi bir iştir. Sonunda ömrümüzdür masanın üstündeki.
Gelin görün ki, çok yazdım, çok söyledim, biz para harcamayı, binlerce nedenden ötürü, ciddiye alan bir ulus değiliz. Yok öyle bir kültürümüz. Oysa para ve tüketim, bütün dinlerin, kültürlerin kısıtlamalar getirdiği bir edimdir.
Müslümanlık israfı yasaklamıştır.
Fakat bu yasağın Batı'daki püriten yaklaşımlar kadar sert olup olmadığı hususunda kuşkularım var. Bu benim yanılgım veya eksik değerlendirmem olabilir. Ama son derecede seküler toplumlarda da harcama konusunda getirilen kısıtlamaları çok gördüm.
Kısıtlamalar derken 'harcamamak' değildir maksat. Eskiden çok kullanılan ama artık unutulmuş bir deyimle belirteyim, 'mahalline masruf' yani yerin(d)e harcanmış paradır aranan. Şu kavramın, deyimin unutulmuşluğu dahi bir işaret değil midir?
Dünyanın en lüks mallarının tanıtıldığı çok nefis bir yayın var. Ben onu bir tür çağdaş tasarım dergisi gibi izliyorum: how to spend it. Bu İngilizce adın Türkçesi, nasıl harcamalı? Demek ki, milyonlarca doları harcamak da bir dikkat, özen, hassasiyet gerektiriyor.
TÜRKİYE ORTA SINIFINI İNŞA ETTİ
Bizim para harcama savrukluğumuzun doğruluğunu kanıtlayacak çok güçlü bir iddiam, delilim var. Bugün Türk basınında harcama yapılan yerleri, nesneleri değerlendirecek doğru ve dürüst o kadar az yazı var ki...
Eğer tersi olsaydı, her zaman eksikliğinden yakındığım eleştirel yaklaşım bu alanlarda da güçlü olsaydı, bugünkü uydurma yemek, lokanta, pastane vs yazılarını değil, gerçek, gerçekçi, ciddi eleştiri yazıları okuyacaktık.
Kabul edelim ki, son 20 yılda toplum çok değişti.
Türkiye orta sınıfını inşa etti. Harcamalarını artırdı. Lüksü öğrendiği kadar kendi dar kalıplarının dışına çıkarak yeni bir hayat oluşturdu.
Ben evden çok dışarıda yaşayan birisiyim.
Kahvaltıdan akşam yemeğine kadar neredeyse hep dışarıda yer içerim. Sevdiğim bir şey olmaktan çok zorunluluklar beni bu tutuma iten.
Oralarda daha önce hiç görmediğim insanları görmekten ve bunların bahsettiğim orta sınıflara ait olduğunu tespit etmekten müthiş bir haz duyuyorum.
Oysa içinde yetiştiğim aileyle, halleri vakitleri yerinde olsa bile, dışarıda yediğimiz yemeklerin sayısı neredeyse bellidir. Böyle bir kültür yoktu.
Akla hayale bile gelmezdi bunlar. Dışarıya sadece 'içmeye' gidilirdi. Evimizde üç öğün sofra kurulurdu.
Babam her öğlen eve yemeğe gelirdi. Bir de misafir getirirdi. Hayat böyle akardı.
Taksiye ben 40 yaşımdan sonra binmeye başladım. Oysa şimdi ne taksisi insanlar uçaktan inmiyor. Çevremde bilinen sözümü edersem, uçaklar insan, havaalanları uçak almıyor. Bunların hepsi sevindirici gelişmeler.
Yapılan harcamalar, verilen paralar hakkaniyete uygun mudur, bilmiyoruz. Geçenlerde Marmaris'te bir lokantaya gittim. Yanımızdaki masada kalabalık bir İngiliz grup vardı. Kadının biri bir bardak şarap istedi, verdiler. O ara akıl etti.
Fiyatını sordu, "14 lira" dediler.
Kadın 'ufff' dedikten sonra içmedi, kadehi geri gönderdi. Biz bu hassasiyet içinde miyiz, emin değilim. Mesele sadece fiyat değil. Daha önemlisi, aldığınız hizmet, gördüğünüz muamele. Galiba o noktalarda daha da vahim bir durumdayız, daha da züğürdüz.
Oysa o kadar önemli ki, bu. 'Paramla rezil oldum' sözünü ben başka dillerde bilmiyorum.
Demek ki, bu durum, baştan beri bir sorun bu ülkede. Yalan değil, sonuna kadar gerçek. Bir yere gidiyorsunuz. Kış günüdür. Adam kolay servis yapacağım diye balkon kapısını ardına kadar açmıştır.
Titreyerek, siz yemek yemeğe çalışırsınız.
Evinizde yaşamayacağınız bir ortam için üste de para verirsiniz. Tam oturmuş yemek yemektesinizdir, gelir müziği ardına kadar açarlar. Kapat- kapamazlar, kıs-kısmazlar. Ne itiraz edilir, ne itiraz dinlenir.
Söylediklerim tamamen yaşanmış olaylardır.
Ben Türkiye'nin ürettiği markaları seviyor ve önemsiyorum. Gelin görün ki, ısrarla oralara gitmek istememe karşın şu saydığım nedenlerden ötürü her defasında bozguna uğrarım.
Bir örnek daha vereyim. Geçenlerde çok sıcak bir günde bunlardan birine gittik. Sabahları yataktan kalkınca kahveye koşturmak alışkanlığım var ya, haydi hiç adetim olmasa bile, adını da vereyim, çok değerli bulduğum, çok sevdiğim Mado'ya oturduk. Sıcaktan da sıcak bir gün. Önce klima çalışmıyor. Kavga döğüş açtılar.
Ardından az önce söylediğim gibi, yemeğe başlamayı bekliyoruz, Türklerin yalnız kalamama huyu galebe çaldı ve 'fantezi müzik' yayını başladı.
Klimayı zorla açtırdık, bunu da zorla şerle kapattırdık. Ortada çocuklar bağırıyor, koşturuyor, müşterilerin masalarını yumrukluyor. Ben mi kavga edeyim, zevkle ederim o ayrı, garson kardeşim söyleseniz de şunlara bir çeki düzen verseler, hayır yapamıyorlar. Çaresiz, kalktık gittik.
PARA VE TASARRUF BİLİNCİ
Derken çok değerli bir dostumuzu, haydi gene adını vereyim, o kadar sevdiğim, benim için İstanbul'un sembolü olmuş Elmadağ'daki Divan Oteli'nin bistrosuna, önündeki bahçeye davet ettik.
O da ne? Gencecik bir kızacağız bilgisayarını açmış, akıl almaz bir disko müziği yayını yapıyor, devasa kolonlardan.
Ne iştir dedik, böyle dediler. Ben neredeyse her gün o otele giderim. O kadar severim, beğenirim.
Fakat şaşırmamak elde mi? Biz mi yemek yedik, yemek mi bizi yedi, belirsiz. Neyse saat 21'de müzik bitti, o darbeden sonra gelebildiğimiz kadar kendimize geldik.
Bunlar, boş, sıradan birer örnek değil. Bir kültürün, bir ekonomi anlayışının, bir yaşama biçiminin göstergeleri. Ucu gelir üç konuya dayanır.
Birisi, kapitalizmin ve ekonomik modernleşmenin yetersizliğidir. Para ve tasarruf bilincinin oluşmamasıdır. Ve bu çok önemli bir sorundur.
İkincisi, uygarlıkla, kültürle ve terbiyeyle ilgili bir durumdur. Üçüncüsü basının bu konulara duyarsızlığıdır.
Hangisini içiniz çekiyorsa onun üstünde düşünün, meseleyi o açıdan ele alın yeter ki, müdahale edin, karşı çıkın, bu yanlıştır deyin, gazetecileri, köşe yazarlarını uyarın ki, gökteki yıldızları ararken önümüzdeki çukurlara düşmeyelim.