Konuğumu sabah saat 4'e doğru otobüsten alıp siteye getirdiğimde gözlerime inanamadım. O saatte şu tatil kasabasında bile her yer kapalıydı. Etrafta açık ne bir kafe gördüm ne bir lokanta. Ama dövme yapan dükkan açıktı. Önünden geçerken baktım, sahibi genç, bilgisayarının başında bazı desenlerle uğraşıp duruyordu. Çalışıyordu yani. Öyle açık tutmak için açık bir dükkan değildi. Hani şimdi 'algıda seçicilik' diye bir kavram var ya, galiba onun etkisiyle, o saatten sonra neredeyse dövmesiz bir tek kol, bacak, beden görmez oldum çevrede. Bizim sevgili İpek, Japonya'dan dönerken koluna gerçekten muhteşem bir dövme yaptırmıştı. Her karşılaştığımızda zevkle bakıyorum. Bir dostumun eşi de koluna yeni dövdürdüğü deseni gösterdi. Bunlar güzel örnekler. Ama şu küçük tatil kasabasında bazılarının bütün bedenlerini, kollarını, bacaklarını kaplamış dövmeler pek benim yüreğimin kaldıracağı cinsten değil. Bu kararı verecek kişi değilim. İnsanlar o dövmeleriyle yaşamaktan hoşlanıyorsa 'gerisi teferruattır'.
Yıllarca 'çağdaş sanat kuramları' dersi anlattım. Bu dersi 'toplumsal kuram' konularıyla bütünleştirerek veriyordum. Maksadım çağdaş sanatın dünyadan kopuk bir alan olmadığını öğretmekti. Birtakım insanlar, öyle sanıldığı gibi, dünyadan kopmuş, kendi kapalı evrenlerinde, 'saçma' şeyler üretmekle meşgul değildi. Tersine, o 'ben de yaparım' denilen ve 'saçma' olduğu sanılan yapıtlar, içinde yaşadığımız her türden gerçekle içli dışlı oluyor, o gerçeği eleştiriyor, dönüştürüyor, yeniden üretiyordu. Bunu göstermek için bellek, mekan, kimlik gibi 'siyasal' yönü de bulunan konularda üretilmiş yapıtları ve sanatçılarını kuramsal bazı çözümlemeler etrafında irdeliyordum.
Bu konulardan biri ve özellikle 2000'lerin başında en çok ilgi çekeni 'beden'di. (O derslerden etkilenen, dünyanın en iyi okullarına devam eden ne akademisyenler yetişti, hepsi de bu konularla en ileri düzeyde meşgul oluyor şimdi...) Beden ve sanat başlı başına bir alandır. 31 Ağustos günü Akbank Sanat'ta açacağım, 20. yüzyılın en önemli (kadın) sanatçılarından Louise Bourgeois örneğin bu konuyu gidebileceği en uç noktalara götüren sanatçılardandı. Keza, Orlan benim için önemli bir başka sanatçıydı ve bedenine doğrudan müdahale ettiriyordu. Çeşitli cerrahi girişimlerle alnına boynuzlar yerleştiriyordu. (Keşke ona da bir sergi yapabilsem...) Viyana Eylem Okulu sanatçılarından, bilhassa Rudolf Schwarzkogler'den, Carolee Schneeman'a kadar, Annie Sprinkle'a kadar Marina Abramovic'e kadar performans sanatçılarını da kattığımızda bu beden-sanat ilişkisi başlı başına bir düzlem oluşturur. Ne var ki, 2000'lerin ortasından başlayarak literatürün hızla dönüştüğünü gördüm. İnternette 'beden sanatı' diye aradığımızda artık karşımıza dövmeler, dövme teknikleri falan çıkıyordu. Yani, bedene yazıyla, resimle müdahale ettirmek başlı başına bir sanatsal üretim kabul ediliyordu. Sokaktaki insanın bu 'sanatla' iç içe geçişini o günden başlayarak, farklı bir şekilde değerlendirmeye koyuldum. Neden insanlar dövmeye bu derecede ilgi duymaya başlamışlardı?
BEDENİN SAHİPLERİ
Zor bir sorudur bu. Çünkü, beden başlı başına bir tartışma alanıdır. Bir kavga, bir çekişme düzlemidir. Beden bize ait olan, sonuna kadar bizim olan bir varlık. Ne var ki, bedenin bir başka sahibi daha var: devlet. Bedenimize müdahale etme hakkına sahip olan devletle bu yüzden zıtlaşıp dururuz. Bu müdahale 'hakkının' başlıca nedeni devletin en üst otorite olmasıdır. Bize, varlığımıza müdahale eden, bizi aşacak şekilde bedenimiz hakkında söz sahibi olan daima otoritedir. Devletin bu yetkisini dağıttığı okul gibi, hastane, askeriye gibi kurumlar da aynı şekilde bedenimize müdahale eder. Dolayısıyla bedene dönük çatışmalarımız esasen otoriteyle yaşadığımız çatışmalardır. Yetişme dönemlerinde ailelerin çocuk bedeni üstündeki yetkisi neyse, zaman içinde devletin ve kurumlarının sahip olduğu yetki de aynı türdendir. Tıbbi müdahaleler, cezai müdahaleler bu kapsama girer. Devlet, çeşitli yollardan bedenimizi 'ele geçirmeye' çalışır.
İkincisi, bedenin ahlakla olan ilişkisidir. Bazı dinsel veya kült inanışların bedeni özgürleştirmek tutkusu bir yana bırakılırsa hemen bütün dinler bedenle ilgilenir. Çünkü varlığımızın kaynağı bedendir. Ruh-beden ayrımı her ne kadar sabitse de inanış sistemlerinin özü bunları birleştirmek, tümleştirmek şeklinde ortaya çıkar. Fakat dinler de, toplumsal ahlak kurumları da bedene yasaklar getirmekle yükümlü görür kendilerini.
Nedeni bir tek kavramdır: haz. Beden hazlarımızın kaynağıdır. Oysa din de devlet de yani otorite de hazzı bir direniş gibi kabul eder. En azından bir sapkınlık olmasa da sapma olarak görür. Oysa kurumsal otorite yani devlet, toplum, din, ahlak 'disiplin' kavramıyla meşguldür. Beden disiplini ruh disiplini getirecektir. Tersi de olabilir. Özü, kontroldür. Bedenimizin uçsuz bucaksız taleplerine direnebildiğimiz, onu denetim altında tutabildiğimiz ölçüde varlığımızla bütünleşeceğimiz, onun denetimini ele geçireceğimiz varsayılır. Üstünde o kadar durulan 'irade' kavramının manası, maksadı budur.
Üçüncüsü modernleşme bedene yeni müdahaleler getirir. Fakat o müdahalelerin odak noktası gene disiplindir. Zaten modernleşme her ne kadar özgürleşme olarak görülse de ki, öyle bir boyutu elbette mevcuttur, sert ve katı çekirdekli bir disiplin, organizasyon, kontrol mekanizmasıdır. O kontrolün bütün sistemi iyileştireceği kabul edilir. Saatin 'bulunması', neredeyse tapınılacak bir aygıta dönüştürülmesi, bu disiplinleştirme mekanizmasının bir aşamasıdır. Disiplin bizi 'doğa durumu'ndan kurtaracak, kültürün ve uygarlığın içine taşıyacaktır.
Böylece, beden, otorite- yasa-sistem üçgeninde sıkıştıkça sıkıştı. Basit ve doğal insani işlevlerimiz de bundan nasibini aldı. Cinsellik başta olmak üzere kendimizi kısıtladıkça kısıtladık. Freud'un 20. yüzyılın başında ortaya çıkışı ve cinsel bastırmaların nevrozlara yol açtığını söylemesi esasen bu kısıtlamayı had safhaya taşıyan Viktoryen ahlaka bir tepkiydi. Ve ne gariptir, Kraliçe Victoria'nın öldüğü yıl 1901'di, Freud psikanalizin kurucu metni olan Rüyaların Yorumu'nu 1900 yılında yayınlıyordu. Üstelik, 1900'le birlikte 20. yüzyıl açılıyordu.
BEDEN VE YAZI
O yüzyıl bir yandan modernizmin getirdiği büyük kısıtlamalara bir yandan da 1960'larla birlikte başlayan özgürleşme hareketlerine zemin ve zaman olacaktı. Gerçekten de 1968, Batı'da bir genel özgürleşme hareketiydi. Fakat bu işin özünü beden/ cinsellik özgürleşmesi hazırlıyordu. Doğum kontrol hapının bulunmasıyla birlikte bedenin işlevselliğine ve bedenin benliğimiz/bilincimiz üstündeki tahakkümüne son veriliyor, haz kavramı yeniden keşfediliyordu. Bu 'keşfin' 1939-1945 arasında cereyan etmiş bütün o beden kontrolüne dayanan faşizm uygulamalarından sonra gelmesi ayrıca ilginç ve şaşırtıcıydı.
Bugün hâlâ bedenleri özgürleştirme çabası içindeyiz. O arayış devam ediyor. Dövme galiba bu aşamada devreye giriyor. Kendi bedenimize hakim olmak, ona kendi dileğimiz doğrultusunda müdahalede bulunmak demektir, dövme yaptırmak. Onu estetik bir nesneye dönüştürmek aynı zamanda. Bunda da şaşacak bir şey yok. Hepimiz kendi anlayışımız doğrultusunda güzel olmak istiyoruz. İkincisi, bunu 'süsleme' yoluyla yapmamız da doğal. Bir Rönesans düşünürü bütün güzelliğimiz tenimizdedir diyordu. Bunun da ötesinde bedenle yazı arasında sonsuz bir ilişki var. Her şeyden önce 'alın yazımız' var. Bir yazıyla/hükümle yaşıyoruz hayatımızı. Sonra bedenimizi daima bir mesaj iletme ortamı olarak kullanıyoruz. Giyim kuşamımızla, makyajımızla, duruşumuzla bir şey söylüyoruz. Makyaj, başlı başına bir yazı, bir mektup. Dövme bütün bunların bir sentezi. Hem bedenin bir yazı zeminine dönüştürülmesi, hem bir direniş, hem bir estetik oluşturma aracı, hem bir sahiplenme girişimi. Yazı ise başlı başına bir macera...
Yapmam, yaptırmam ama dövmecileri anlıyorum: başkaları döveceğine kendimiz dövdürelim bedenimizi diyorlar...