Berlin'in, Batı tarafındaki aydınlık, görkemli, gösterişli, Doğu tarafındaki yıkık, yıprak ama yaşayan sokaklarında dolaşırken anladım ki, ben tarih olmuşum. Bundan tam 25 yıl önce gittim Berlin'e. İlk defa. Duvar, 1989 Kasım ayında devrilmişti. O geceyi hatırlıyorum. Haberler gelmeye başlamıştı. Bekliyorduk. Gene de şaşırdık. Heyecanlandık. 1970'lerdeki 'detant' (yumuşama) politikası yerini 1980'lerde, Doğu Bloğu ülkelerindeki sosyal olaylara bırakmıştı. Literatür bu olayları harıl harıl incelemeye başlamış ve Yeni Toplumsal Hareketler diye bir ad vermişti. Sivil toplumun örgütlediği, bir halkın yaşama gücünü, iradesini gösteren, diktatörlüğe direnen kalkışmalardı. Moskova'da Arbat Sokağı neredeyse bir kurtarılmış alandı. Polonya'da ise, Gdansk'ta, başını Lech Walesa'nın çektiği grevler sürüyordu. 'Komintern' ülkelerinde bir şeyler olacaktı. Oldu.
Berlin Duvarı'na ilk kazmanın vurulduğu günden birkaç gün sonra eski tabirle 'peyk ülkeleri'ndeki (uydu ülkeler) yönetimler takır takır aşağı inmeye başladı. Birbirini ağızlarından öpen, ihtiyar, titrek, dünyada yaşanan gelişmelerin, toplumlarındaki taleplerin binde birinden habersiz politbüro yöneticileri artık kaçacak delik arıyordu. Halk ayaklanmış, bana göre 1789 ve 1848 sonrasının en büyük Avrupa isyanını ve ihtilalini gerçekleştirmişti.
Neticede Berlin Duvarı soğuk bir kasım gecesi tarihe karıştı, gitti. Ben o günlerde bazı dertlerimle uğraşıyordum. Yoksa elbette gidip günü gününe görmek isterdim yaşananları. Derken ertesi yılın erken bir zamanında Berlin'e indim. Nefes bile almadan, çok soğuk bir günde, ellerim, ağzım, burnum donarak Branderburg kapısına vardım. Duvar, paramparçaydı. Fakat daha önemlisi, insanlar Unter den Linden (Ihlamur Altı) bulvarında, kaldırımlara, geçmişlerini, tarihlerini, ne kadar aidiyetleri varsa dökmüş satıyorlardı. Şimdiki gibi fabrikada turistik maksatla üretilmemiş, hakiki, eski dönemden kalma her şey sokaklardaydı. Bu turizm yapaylığıyla değil, geçim derdi hakikatiyle başvurulan bir yöntemdi. Sokaklarda dolaştım, metrolara bindim. Elbette Reichstag'a gittim. Checkpoint Charlie'ye uğradım. Soğuk Savaş, gençliğimi yiyip bitirdikten, Türkiye'de 5 bin genç ölüyü sokaklarda bıraktıktan sonra şimdi uzanmış yatıyordu, tarihin tabutluğunda. Ne garip değil mi, sanki başka yapacak şey yokmuş gibi, gittim Stasi yani Doğu Alman gizli polisi binasına baktım, o soğuk, çok karanlık, rutubetli günlerde, sanki ne göreceksem... Demeyeyim, çünkü aklımda John le Carre'nin Soğuktan Gelen Casus'u vardı, İngiliz İstihbaratı'ndan Rusya'ya iltica eden Cambridge Beşlisi vardı. Kısacası ben de geçmişime bakıyordum, Berlin aynasında.
KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLAŞMASI
İyi mi?... Bu defa gittim, o Stasi binasında uyudum. Duvar yıkılmış, bir rejim, yönetimler yerle bir olmuş, Berlin ve eski Doğu Bloğu kapitalizmin eline düşmüş, ben dışarıdan gördüğüm o gri, itici, kaba saba binada geceliyorum. Bu, beni, hayatta, bu bağlamda ürküten ikinci olaydır. İlki Kars'ta geçmişti. Tam 40 yıl sonra, kılı kılına, Kars'a gittim ve bir sabah içinden çıkıp istasyona gittiğimiz, ama artık otele dönüştürülmüş eski evimizde uyudum. O geceyi unutmam. Gene de bu derecede şaşırmamıştım. Çünkü, bu olay, bana son 25 yılda yaşadıklarımızı, başka hiçbir şeyle mukayese edilmeyecek bir güçte anlatıyordu. İşkencelerin yapıldığı odalar, bölümler artık diksotekti. Ben 'politbüro'nun olduğu katta kalıyordum. Otel, neşe, eğlence ve kendine göre bir albeniyle iç içeydi. Gerisinde ise karanlık, hüzün ve dehşet vardı. Başkalarının Hayatı isimli filmi izleyenler ne demek istediğimi şeksiz şüphesiz anlayacaklardır. Berlin bu! Yeryüzünde herhalde bu kadar zorlu, bu kadar yüklü, bu kadar çileli geçmişi olan başka bir kent bulmak kolay değil. Düşünün ki, bu kent 1. Dünya Savaşı'nı yaşadı. Aradan 20 yıl geçtikten ve Almanya yerle bir olduktan sonra yeniden bir dünya savaşı başlattı. Bu defa onun başkenti oldu. Bir daha yenildi. Reichstag'ın üstündeki kurşun izlerini gezenler görür. 1945 sonrasında Berlin işgal edildi. Amerika, Rusya, İngiltere ve Fransa kenti bölüştü. Derken ikiye bölündü. 1961 yılında, sosyalizmin pratiğine o derecede büyük katkılarda bulunmuş, insanlık tarihinin en saygın evlatlarından biri Willy Brandt'ın bile Utanç Duvarı diye adlandırdığı bu duvar inşa edildi.
Berlin, böyle bir kent. Bana daima acıları, yıkımları, kıyımları anımsatıyor. Nasıl anımsatmasın? Bu kentte alınan ve verilen kararlarla 5 milyon Yahudi öldürüldü. İkinci Dünya Savaşı sadece dünya için değil, Yahudiler için de bir yok ediliş dönemiydi. O büyük katliamın izleri bugün Berlin'e saçılmış duruyor. Ve bu hadise benim için insan denen bu varlığın niteliğini anlamak, daha doğrusu anlayamamak bakımından eşsizdir. 'Nazi estetiği' içinde, o 'viril'/maskülen (erkeksi) tutum içinde, en yüksek bir kültürel bilince sahip insanlar beş milyon kişiyi, en ince ayrıntısına kadar kayıtlarını tutarak, bilerek, planlayarak, 'taammüden' öldürdü.
Fakat, işin o yanı bile bugün bambaşka bir çizgiye kaymış durumda. Belki aynı duyguları insan, hele, başta söylediğim üzere, benim gibi 'tarih olmuş' insanlar bambaşka duygularla yaşıyor. Yaşamaz mı? Verdiğim Stasi örneği yeter de artar bile ama ben bir başka örnek daha vereyim. Benim için 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Hannah Arendt, Yahudilerin tamamen ortadan kaldırılmasını öngören kararı 'son çözüm' uygulayan Adolf Eichmann'ın, Buenos Aires'te yakalanmasında sonra İsrail'de yargılanışını New Yorker dergisi adına izledi. O dergiye makaleler yazdı. Bu makalelerinde Eichmann'ın tutumunu 'kötülüğün sıradanlaşması' diye tanımladı. Kıyamet koptu. New York'taki Yahudi cemaati Arendt'le ilişkisini kopardı. O da ilginç bir kadındı. Gençliğinde hocası Heidegger'in gizli sevgilisi olmuştu. Sonra da dünyanın önde gelen düşünürlerinden. Bunlara kulak asmadı... Hannah Arendt Caddesi bugün en önemli gay kulüplerinin olduğu cadde. Tarihin nerede nasıl kopacağı, nerede nasıl bağlanacağı önceden bilinecek bir şey değil. Ama bu derecede büyük bir değişim veya zıt unsurların bir araya gelmesi bana hayli dramatik görünüyor. Bunlardan etkilenmemek olanaksız. Hiç değilse benim için.
ÖLÜMÜ ANIMSATAN BİR KENT
Bu tek başına ortaya çıkan bir oluşum değil, Avrupa'nın kültürel hayat bakımından en çarpıcı kentlerinden biri. Çağdaş sanatın en önemli merkezleri arasında görülüyor. Dünyanın her köşesinden sanatçılar gelip Berlin'de sanatlarını işliyorlar. Kent müthiş bir canlılık kazanıyor. Öte yandan, biraz da tarihinden gelen bir birikimle, Berlin, bugün de çok güçlü bir yeraltı kültürünü barındırıyor içinde.
Bu kent tarihin çeşitli dönemlerinde dünyaya bilim, felsefe ve sanat akımları armağan etti. Ama 20. yüzyılda iki defa ekspresyonizmi doğurdu. Bir o kadar da, kabare kültürünü inşa etti. Siyasal taşlamanın başkenti oldu, kesişen sayısız politik akım arasında. Bugün de o geleneklerini yaşatıyorlar, akıl almaz, bazen neredeyse 'patolojik' denebilecek müzik tutkularıyla birlikte. Ben oradayken göz bebekleri saydıkları Berlin Filarmoni'nin başına atanan, dinlemeyi çok istediğim, Petrenko ile çalkalanıyordu ortalık. Bir gazete kalkıp adama, 'Wagner operalarından çıkmış bir Yahudi cüce' gibi bir korkunç, akıl almaz cümle kurunca kıyamet koptu. Alman bilinçaltında devam eden o kötücül damar üstüne yazılmadık yazı kalmadı, birkaç gün içinde. Oysa ki, Berlinliler, her gün, bir yandan da Peter Eisenman'ın yaptığı o ürkütücü, irkiltici, kara bir tabut denizi gibi kabarıp dalgalanan Yahudi Anıtını görüyor, önünden geçiyorlar! Bütün şaşaasına, heyecanına, hızına rağmen, zor iş, bana göre, her an ölümü anımsatan, ölüm kokladığım Berlin'de yaşamak...