Yaşlanmanın bir tanımı da anıların çoğalması. Üstelik o anılar, galiba yerlerine yenileri konmadığından, git gide mayalanıyor ve insan onlardan özgürleşip hareket edemiyor. Ölümler gibi, göçler gibi büyük değişimler insanı anılar denizinde boğabiliyor. Kolay değildir anılara tahammül etmek. Ne kadar hoş olurlarsa olsunlar anılar bir yüktür.
Demirel'i yitirince, Türkiye'nin yarım yüzyıldan fazla zamanını etkilemiş, etkilemek ne kelime tayin etmiş, biçimlendirmiş, görüşlerine katılın katılmayın, bu büyük siyasetçiyle ilgili, dolayısıyla benim son 50 yılımla ilgili anılar arasında kaldım.
Daha önce de çok yazdım. Belki daha da yazarım. Demirel'i ilk defa Kars'ta, 1965 yılı sonbaharının başında gördüm. Babam avukattı.
Biz öyle yazıhanesine girip çıkmazdık.
Fakat ne olmuşsa gittim. 'Katibi', öyle denirdi o zaman, bir yere gittiğini söyledi. Akşamüstü saat dört gibiydi.
O sırada "Demirel" ve "Geliyor" diye bir ses duydum. Heyecanlı bir çocuktum. Koştum. Kaldırımın kenarında durdum, 'bordür taşı' denen yerde. En öndeyim. O da, dolgun gövdesiyle, fötr şapkası bir elinde, gözlüğü diğer elinde, başını epey arkaya atarak önümden geldi geçti.
Sonra babam geldi. İlk kez yazıyorum.
Babam çok güçlü bir insandı ve çevresinde büyük saygı uyandırmıştı.
CHP sempatizanıydı. Onun kurumlarında yetişmişti. Fakat adil ve akildi. O kadar ki, 1960 darbesi olduğunda, o sırada Kars DP İl Başkanı, avukat arkadaşı Kemal Kaya Bey akşama kadar evden çıkmıyor. Babam diğer arkadaşlarını, partilileri, Şehir Kulübü'nde topluyor, Kemal Bey'in güvenliğini, saygınlığını sağlıyor, gidip evinden alıp getiriyor, herkes sarılıp öpüşüyor. Kemal Kaya Bey sonradan AP milletvekili oldu.
Evimizde sadece edebiyat, felsefe ve politika konuşulurdu ama eylemli politikadan kaçınmayı, uzak durmayı, belki de sevmemeyi babamdan öğrendik. Gene de günü gününe izlerdik siyaseti. İşte o baptan olarak babam gidip Demirel'in konuşmasını dinlemiş. Ben akşamüstüne kadar oyalandım. Baktım, Kemal Kaya Bey'le ve sonradan CHP milletvekili olan gene çok yakın arkadaşı Turgut Artaç Bey'le birlikte geliyorlar.
Babasına çok düşkün bir çocuk olduğumdan onun sözleri ilgimi çekiyordu.
Kemal Kaya'ya, "Yahu" dedi, "İyi konuşamıyor sizin Demirel.
Bak yanındaki İsmet Bey daha iyi konuştu." İsmet Bey dediği, benim sonradan 'amcam' olan, mahalleden komşumuz, yakışıklı, kadirşinas İsmet Sezgin Bey. Bütün bunları, bu anıyı Demirel'e anlattığımı söylemek için dile getirdim. Sonrası daha önemli.
Demirel'e anıyı onun son defa Başbakan olduğu 1991 hükümetinde ben de Kültür Bakanı Danışmanı'yken, biraz da çekinerek, anlattım. Önüne bakarak, başını biraz sağa sola kımıldatarak dinledi, evvela Kars'a hangi gün gittiğini söyledi, sonra "Baban haklı" dedi. Başka yerlerde de söylediği bir şeyi söyledi, "Ben siyasete başladığımda hitabet bilmezdim, 'argümantasyon' yapardım. İşim rakamlarla, meselelerleydi. İsmet Paşa bunu fark etmiş. Kemal Satır'a aman buna dikkat edin bunun 'etofu' (kumaşı) başka demiş.
Benim ilk defa girdiğim mecliste ne hatipler vardı. Bölükbaşı anasından hatip doğmuştu. Adamın kabına (topuğuna) erişmek mümkün değildi. Ama doğrusu benimkiydi.
Ben teknik adamdım."
HÂLÂ YÜREĞİM YANIYOR
Demirel bu 'teknik adam' olmak meselesini çok vurguladı.
Siyasete 'imar inşa' için girdiğini söylüyordu. Siyaset onun için bir kalkınma meselesiydi. Ülkenin ekonomik açıdan büyütülmesi anlamına geliyordu. Bunda kendi yetişme yıllarının etkisi vardı.
1920'lerin akıl almayacak kadar yoksul, çaresiz yıllarında bir köy çocuğu olarak doğmuştu. "Annemin çeşmeden su taşımaktan kolları uzamıştı" sözünü boşuna söylemiyordu, su meselesiyle uğraşmasının altında herhalde bu gerçek vardı. İlkokulu günde dört saat yürüyerek gidip geldiği okulda okumuştu. Bana yıllar sonra bunları "Hâlâ yüreğim yanıyor" diyerek anlatmıştı. Köylünün vergi ödemediği için yol yapımında çalıştırılmasını hatırlıyordu. "Sonra o yolları gördüm, bir işe de yaramazlardı, devletin otoritesini göstermek için yapılmış şeylerdi, olacak iş değildi" diyordu.
Fransız Devrimi'nin 100. yıldönümüydü.
Bu konuda kendisiyle bir mülakat yapmak istiyordum.
Randevuyu Nuri Bayar amcam almıştı. Bana bir telefon numarası verdi. Aradım, "Ben Süleyman Demirel" diye açtı telefonu. Düşünün, yıllarca başbakanlık yapmış birisini telefonundan arıyorsunuz.
Kendimi tanıttım. Hemen hatırladı, sizi arayacaklar dedi. Yarım saat sonra bir hanım arayıp randevu verdi. Gittim. Çok sıcak bir Ankara öğle sonrasında gitmiştim.
Bomboş, neredeyse ıssız Güniz Sokak'taki evindeydi. Telefonlarını 'prizden' çekti. 45 dakika süre verdi. İki saatten fazla kaldım.
Laiklik konusunda sonradan çok tartışılacak sözlerini ilk orada etti.
Türkiye'nin Musul, Kerkük konusundaki politikasıyla ilgili çok ilginç şeyler söyledi.
Ardından Köşk'e çıktı. O dönemde çok yakın dostlarım Mehmet Ali Bayar ve Feridun Sinirlioğlu danışmanlarıydı. Yaptıklarını günü gününe izliyordum. Cumhurbaşkanlığı'nda süresi doldu. Ecevit uzatılmasını istedi. O yönde bir kampanya başladı. Ben karşı çıktım. O zamanlar yazdığım Radikal'de yazı üstüne yazı yayınladım. Bazı köşe yazarları süresinin uzatılmasından yanaydı.
Sonunda oylama yapıldı. Süresi uzatılmadı.
Aşağıya indi. Güniz Sokak'a çekildi. Yeni parti kurmaya çalıştı.
Siyasetten elbette kopmayacaktı.
Fakat başarılı olamadı. Buna rağmen CB sonrası dönemi de vakarla tamamladı.
Kendisini yeniden ziyarete gittiğimde ne alınganlığı vardı ne küskünlüğü.
Tersine, "Okuyorum dikkatle yazdıklarını" demişti.
Derken en müthiş anım. Babam öldü. Hacettepe Hastanesinin morguna indirdiler. Bana haber verdiler.
Ben de sadece kardeşimi aradım.
Annemin yanına gidip onu hazırlamasını söyledim. Başka da kimseler duymamıştı. Gittim, morga indim.
Kardeşim Dekan Bülent Sivri'yi bekliyorum.
Telefonum çaldı. Açtım. "Sayın Kahraman'la görüşmek istemiştim, ben Süleyman Demirel'im" dedi bir ses. Kurudum kaldım. Bana başsağlığı diledi. Çok güzel, felsefi şeyler söyledi, kapadı. Benim için hâlâ bir muammadır. Nereden duydu, nasıl haber aldı, bugün de bilmiyorum.
Ama bu onun 'baba' sıfatını kazanmasını sağlayan şeyi, gönlünün enginliğini gösterir. Demirel bizim kuşağın hayatı demektir. Ben 60 yaşına merdiven dayamış birisiyim. İşte yazdığım gibi, 50 yıldır onu 'yaşıyorum'.
Ait olduğum kuşağın onunla ilgili görüşleri zaman içinde değişti.
Demirel'in mücadelesini her zaman önemsedim. Bunun nedeni onun siyasal hayata başta belirttiğim 'teknik' açılardan yaklaşmasıdır. Demokrasinin ne olduğunun henüz bilinmediği, her şeyin 'milli irade' kavramıyla halledildiği bir dönemin siyasetçisidir Demirel. Siyaseti teknik bir eylem olarak görmüştür başlangıçta. Teknik yani çoğunluk her şey demekti. O tarihlerde 450 kişilik mecliste çoğunluk olan '226' onun için her şeydi. İktidar her şeydi. O nedenle demokrasinin diğer inceliklerini hiçe sayıp "Bulun 226'yı düşürün hükümeti" sözünün ardından gitti. Sonunda, o iktidar tutkusuyla 1975-1980 arasında bu ülkede 5 bin kişi öldü.
ÇALIŞMA HIRSI VARDI
Şimdi o eleştirilere girmek istemiyorum.
Onun kalkınma, ekonomik büyüme bakımından yaptıklarını daha fazla önemsiyorum. Kaldı ki, zamanla Demirel de demokrasiyi başka boyutlarıyla tanıdı, öğrendi. Yeni görüşlere, onları kabule açık birisiydi.
Büyük zekasıyla farklı olayları birbirine bağlamakta, onları sağlam bir mantıkla bütünleştirmekte, bir doğrultu tutarlılığı içinde bir araya getirmekte üstüne yoktu. Korkunç bir iradesi olduğu belliydi. O "Altı kere gittim yedi kere geldim" sözü bunun kanıtıdır.
1980 darbesinden sonra verdiği mücadele ortadadır. O işleri yapmanın ne kadar zor olduğunu insan zamanla anlıyor. O kadar ki, neticede, Aziz Nesin, "Bir darbe daha olsa Demirel komünist olacak" bile demişti.
Hayatında Türkiye'den başka hiçbir konuyla uğraşmadı. Olağanüstü bir çalışma hırsının olduğu belliydi.
Bir tüccarın sabahleyin kapısını açıp dükkana girmesi gibi her sabah Türkiye'nin kapısını açıp giriyordu. Her zaman söylediği gibi: Türkiye onu 30 yaşında genel müdür 40 yaşında başbakan yaptı. Saygıyla anıyorum.