Şunu okur musunuz?...
Adam karısından şüphe ediyor.
Şüphelendiği kişi kardeşi. İş seyahatine çıkacağını söylüyor. Eve gizli kamera, kayıt cihazı falan yerleştiriyor. Kardeşiyle karısı buluşuyor. Bütün 'olayı' izliyor. Eve dönüyor, kapıyı açtırıyor. "Oturun" diyor. O arada kapıyı kilitliyor.
Cebinde silahı var. Hiçbir şey sormuyor. Hepsi oturunca genç kadınla adama görüntülerini izlettiriyor. Sonra çıkarıp silahını ikisini de öldürüyor.
Şimdi de şunu lütfen...
Adamla kadın evli. Bir kasabada yaşıyorlar. Kadın sıkıldığını söylüyor.
Akşamları içki içelim, ben sana masa kurayım diyor.
Ardından, dışarıya çıkalım, şehirde diskoteğe gidelim diyor. O arada bir sevgili bulmuş kendisine.
Adamla diskoteğe gitmeğe başlıyorlar. Sevgilisi de bunları izliyor. Samimiyet kuruyor, bir yabancı gibi.
Haftada bir-iki gün adamı orada içiriyorlar. Nihayet bir akşam diskotekte adamı içkisine zehir koyup öldürüyorlar. O arada kadın adamın bütün malını mülkünü üstüne geçirmiş..
Başkaları da var ama daha fazla devam etmeyeceğim.
Soru şu: Delirdik mi?.. Soru çarpıcı. Geniş bir cevap vereyim.
Cinayetlere özel bir merakım yoktur. Cinai romanları da pek öyle okumam. Ama iyilerini severim. Kara Film denilen Film Noir'dan çok hoşlanırım. Kötülük edebiyatı baş tacımdır. Hepsinde insanın karanlık, açıklanamayan yanına ait bir sır, derinlik görürüm. Suç ve Ceza'yı o bitmez tükenmez romanı Dostoyevski bir gazete haberinden türetmiştir.
Hemen cinayet deyip kenara çekilmeyelim, düşünelim: gelmiş geçmiş en büyük edebi metinlerden biri sayılması gereken, hatta bendenize göre yeryüzündeki ilk sistematik öykü kitabı olan Ahdi-
Evvel'de yani Tevrat'ta Habil'le Kabil'in öyküsü bize ne kapılar aralamıştır. Biraz üstünde oyalanınca insan neler neler bulur o karanlık öyküde. Büyük cinayet resimleri vardır sonra. Mesela Artemisia Gentileschi'nin Judith Holofernes'in Başını Kesiyor isimli resmi Barok dönemin en güçlü yapıtlarından biridir ama kaçtan biridir.
Kısacası, cinayet hayatımızın bir parçasıdır.
Bütün dünyamız cinayet korkusuyla geçer. Uzak durmaya çalışırız. Ceza hukuku sistemi bu maksatla tanzim edilmiştir. Tasarlayarak öldürmek yani taammüt en büyük suçtur. Bu korkumuzun altında Tanrı düşüncesi vardır. Öldürmek sadece Tanrı'ya mahsus bir güçtür. Öldüren insan Tanrı'nın yerine geçer. Bu dayanılmaz bir şeydir. Öldüren insandan bu nedenle korkarız. Savaştan dönen insanlardan bile çekiniriz. Artık bizden biri olmadıklarını düşünürüz.
Öldürme sadece devlete tanınmış bir haktır.
Devlet ya doğrudan cezalandırmak maksadıyla ya da savaşlar aracılığıyla öldürür. Fakat onun bu yetkisi bile artık elinden alınmaktadır.
Öldürmek, insana en uzak düşünce ve eylemdir.
Buna ölümden duyduğumuz korkuyu da ekleyelim.
Dinler farklı boyutlar getirmiştir bu duyguya. Gene de ölümünü düşünmeyen ve ondan çekinmeyen insan yoktur. Nefsimizin en büyük tepkisidir ölüme karşı verdiğimiz tepki. Birisinin ölüm haberini duyduğumuzda ağlarız. Bu sadece ölene içimiz yandığı için değildir. Korktuğumuz bir şeyin bu derecede yakınımıza her gelişinde gösterdiğimiz bir tepkidir...
Bütün bu nedenlerle cinayet edebiyatın vazgeçilmez bir türüdür. Üç romancı bu konuda öne çıkar hayatımda. Şimdi çok yeni adlar olsa ve beni her şeyiyle etkilemiş Kuzey ülkeleri bu sahada da sükse yapsa bile hâlâ Agatha Christie değil Georges Simenon benim için önemlidir. Amerikalıların da bu alandaki hakkı yenmez. Dashiell Hammett ve tam o kulvarda yer alır mı bilemem ama Raymond Chandler, bu 'hard-boiled' yazarları benim için vazgeçilmez isimlerdir. Gene de kim ne derse desin yıldızlı pekiyiyi Patricia Highsmith'e veririm. Dostoyevski damarından gelen bir mucize yazardır o.
Bütün bu yazdıklarım iyidir hoştur ama ben işin gerçeğine dönmek istiyorum: Gündelik hayat ve cinayet. Bir kere şunu söyleyeyim ki, hepimiz cinayetin sınırlarında dolaşıyor ve yaşıyoruz artık. Bu durumun tek nedeni şiddetle iç içe geçmiş hayatımız. Trafikten insan ilişkilerine kadar bu derecede şiddete batmış bir toplum olamaz.
İşte bu noktada aklıma son derecede ilginç bir düşünce geliyor. Yıllar önce uzun bir makalede incelemiştim, polisiye romanlarla bilimsel gelişmeler arasındaki ilişkiyi. Uzun lafın kısası, teknolojik yeniliklerle yakından ilişkilidir polisiye roman. Buna II. Abdülhamit'in kendisine cinai romanlar okutmasını bile örnek gösteririm. Geç dönem Osmanlı toplumunda en önemli yenileşme hamleleri onunla birlikte yapılmıştı. Kendisi de sanılanın tersine son derecede meraklı bir insandı. Cinayet romanları okuması da bilime duyduğu bir ilginin sonucuydu.
Şimdi bağlıyorum: cinayetlerin iki türü var. Bir, karşınızdakini öfkelenir öldürürsünüz bu feodalitenin, gelişmemişliğin ürünüdür. Bir de şu verdiğim örneklerde olduğu gibi inceden inceye tasarlarsınız.
Onlar da modernliğin cinayetleridir. Bakın o örneklere tepeden tırnağa modernlikle yüklü değiller mi? Tutumlar, tavırlar ve araçlar olarak. Ha, üçüncü tür ise Dostoyevki cinayetlerdir. Hem moderndir hem yazınsal. Onlar tragedyaları oluşturur.
Biz ise hem feodal cinayetler işliyoruz hem de modernliğin cinayetleri ile iç içeyiz. O modernliği biraz feodal yaklaşımlarla kullanıyoruz o ayrı mesele. Uzun sözün kısası delirdik.
Deliriyoruz. Yani, modernleştikçe daha çok delirecek, daha çok öldüreceğiz.
Bu arada Dostoyevskimizi beklemeye devam edeceğiz.