İlginç
bir şey yapacağım her zaman olduğu gibi önce sustum, ortalık sessizleşti, sonra cebimden, küçük, kapağı mavi-siyah kitabı çıkarıp önüne koydum. Baktı, 'aaa' dedi, 'yahu sendeki hakiki birinci baskı, belki bende bile yoktur...' Bir saniye baktı, o da ilginç bir şey söyleyeceği her zamanki gibi, gözlerini bir tek saniye yuvalarında çevirip, sol omuzu üstünden göğe doğru baktı, 'şu kapaktaki kız da Çolpan'dır' diye ekledi. 'Güngör (Kabakçıoğlu) aşıktı o sıralarda, zaten kim değildi ki, ama ben hazırlamıştım bu 'figürü', pardösülü, yakaları kalkık, saçları at kuyruğu bağlanmış, yağmurdaki kız...'
Çolpan dediği, Çolpan İlhan, bunları anlatan Attila İlhan, kitap
Ben Sana Mecburum. İlk 1960'ta yayınlandığında dayım almış, ilk sayfasına adını yazmış, tarih ve imza atmış. Şimdi bende. 1976 yılındayız, Attila Ağabey'e Ankara'da Bilgi Yayınevi'nde, yerin iki kat altındaki odasında imzalatıyorum. O aralar neredeyse her gün görüyorum Attila İlhan'ı. Karısı Biket'ten söz ediyor. Biket öğretmenlikten ayrılmış. Çolpan İlhan anlaşılan sık sık Ankara'ya gelip gidiyor. Biket'le birlikte moda işi yapacaklar, yapıyorlar. Ama hiç görmüyorum.
Derken Attila İlhan, Ankara'dan göçüyor. Üstümüzden 12 Eylül geçmiş. Birkaç yıl sonra Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet Tevfik Küflü telefon edip haber veriyor. Attila Ağabey kalp krizi geçirmiş. Hemen yola çıkıyorum. Ertesi sabah, o zamanki adıyla Amiral Bristol Hastanesi'ndeyim. Attila Ağabey bir yatağa bağdaş kurup oturmuş. Kalp krizi geçirenler ne yapmalı diye bir film gösteriyorlar. 'Gel gel film seyrediyoruz' diyor. Odada Biket, Çolpan İlhan. Attila Ağabey tanıştırıyor, bir de şaşıyor, 'yahu hiç tanışmamış mıydınız' diye soruyor. Çolpan Hanım yarım yamalak bir gülümsemeyle, beni pek sevmediğini belli edip elimi de şöyle alelusul sıkıp Attila Ağabeyle öpüşüyor, ayrılacak. Ama ne öpüşme. Attila Ağabey, onu ne kadar sevdiğini hep anlatmıştır, iki eliyle yüzünü tutuyor, öpüyor sevgili kız kardeşini. Çok sonraları dendi ki,
Kimi sevsem sensin şiirini İlhan, kız kardeşi için yazmıştır. O kadar severdi onu. Birlikte geçirdikleri zamanları anlatır dururdu.
Aradan tam 30 yıl geçti. Bu yılın bahar başlangıcı. Nişantaşı'nda bir lokantada yemek yiyoruz. Çolpan Hanım yanında bir başka hanım gelip karşımızdaki masaya oturuyor. Biz bitirmişiz yemeğimizi. Kalkıyoruz. Yanına gidiyoruz. 'Efendim' diyorum, 'siz beni tanımazsınız, bir defa görüştük' diyorum. Olayı anlatıyorum, 'Attila Ağabeyin çok yakınıydım, şimdi onu çok özlüyorum' diyorum. 'Ben de' diyor 'ağabeyimi çok özlüyorum.' 'Hala çok güzelsiniz' diyorum. 'Yok canım' diyor ama heyecanlandığı besbelli. Yanımdaki güzel kadın, 'hala çok güzel' diyor 'gözleri...' diyor, 'ne kadar canlı, iri, parlak' diyor...
Hemen hatırlıyorum. Attila Ağabey, o, derdi, birisi konuşurken dağlara taşlara, havalara bakar, asla yüzüne bakmaz insanın. Gerçekten, benimle konuşurken de, sağa sola bakınıyordu. Ama çok alımlıydı. Çok güzeldi. Çok etkileyiciydi.
BİR ATİLLA İLHAN PROJESİ
Her zaman öyle oldu. Çolpan İlhan, bir Attila İlhan 'projesi'ydi. İlhan, Paris'ten dönmüştü. Türk sinemasında, Yeşilçam'da yeni, Fransız sineması doğrultusunda bir şeyler denemek istiyordu. Sonradan anlattıklarına göre, 'şehir filmleri' yapmak maksadındaydı. Şehir onun için yasak aşklar, imkansız aşklar, gangsterler, cinayetler, barlar, limanlar, denizciler, liman fahişeleri, küçük insanlar, büyük sermaye demekti. Bütün bunları romanlarına ve senaryolarına yansıtmak istiyordu. Edebiyatın ve sinemanın 'imajlar'la yapılacağına inanıyordu. Biraz bugün 'ikon' dediğimiz , yerleşik, adeta 'standart' bir görüntüyü herkesin belleğine kazımak çabasındaydı.
Çolpan İlhan'ı bu anlayış içinde 'yarattı'. İşte, belirttiğim gibi, 'saçları at kuyruğu bağlanmış, pardösülü, yakaları kalkık, elleri cebinde, yağmurla gelen kız' onunla özdeşleşmiş imgeydi. Oynadığı filmler de öyle, başta Sadri Alışık'la birleşmelerine yol açan
Yalnızlar Rıhtımı. (Bu filmin macerası Türk sinemasının gerçeğini o kadar iyi yansıtan başlı başına bir konudur.) Çolpan Hanım da hep o dramatik kadını oynadı sonuna kadar. İstanbul, Beyoğlu, karanlık ilişkiler içinde başta kötü sonda iyi, başta iyi sonda kötü kadınları canlandırdı.
O dönem sineması, 1950'ler, 60'lar için verilen adlar vardır: 'salon sineması' denir, 'aile sineması' denir. Star sisteminin keşfi de 1960'lardadır. Bu aile ve salon filmleri olabilecek Türk sinemasına bana göre, bütün iyi ve güzel örneklerine rağmen, vurulmuş bir darbedir. Filmler belli şablonlar etrafında melodramatik bir yapı içinde cereyan eder. Asıl sinemayı kurabilecek, sert, karanlık, insanın gizli yanlarını aydınlatacak tipler ve dramatizasyon sürekli geriye itilir. İyiler kazanır, kötüler kaybeder. Kötülük kavramı bir türlü kendisine ait gerçeği bulamaz.
Halbuki, Çolpan İlhan'ın da bir örneğini teşkil ettiği o kadınlar kuşağı bu yönde çaba sarf ediyordu. Sonra Türkan Şoray'ın, Filiz Akın'ın, Hülya Koçyiğit'in dönemi geldi, 1980'lere kadar sinema gerçekçi dokusundan, yapısından uzaklaştı; yapay, tekrara dayanan, aldatmacı bir sinemayla buluştu. Bilmiyorum, hiç konuşmadık, hiçbir şey okumadım da, acaba Çolpan İlhan'ın sinemadan uzaklaşmasında böyle bir anlayışın etkisi var mıydı? Gene de cevap vereyim: pek sanmıyorum. Sinema 1970'lerin ikinci yarısında seks batağına saplanmıştı. Kimse para alamıyordu. Eşi Sadri Alışık da dahil olmak üzere herkes sahneye çıkıyordu. Çolpan Hanım da bu manzara içinde sinemadan çekildi.
Ama starlığını korumasını bildi. Yeni kuşaklar onu bizim tanıdığımız gibi tanımadı. Dizilerle bütünleşmiş bir çehre olarak gördü. Halbuki o benim kuşağımda Fransız sinemasından çıkmış birisiydi. Juliette Greco, Anouk Aimee, Barbara, Jeanne Moreau gibi 'siyah' kadınlar ailesindendi. O kadar ki, Türk sinemasının en etkileyici erkekleri peşinden koşmuştu. Fakat sonunda yani kendi hayatında bu dünyanın dışında kaldı. Arasında çok yaş farkı bulunan iki ağabeyin küçük ve sevimli kız kardeşi ve Sadri Alışık'ın eşi olarak yeni bir imge kazandı. Onunla yaşadı.
Gene de mavi-siyah kapaktaki kadın çok güzeldi.