Geçenlerde dünyaca ünlü piyanistleri bin bir meşakkatle şehre getirmeyi başaran İstanbul Resitalleri programının yeni bir konserine gittim. Bu konserler Sabancı Müzesi külliyesi içinde bulunan Seed isimli salonda düzenleniyor. O mekan dünyanın en güzel yerlerinden biridir. Hava soğuk ve yağışlıydı. Gene de büyük bir medeniyet anlayışıyla, terasa yerleştirilen ısıtıcılardan yararlanarak terasa çıktık ve o canım ağaçlar arasından görünen denize, üstüne düşmüş ay ışığına baktık. Büyüleyiciydi. Ardından da konser. Bundan daha fazla ne olabilir? İstanbul Resitalleri büyüklüğüyle mukayese edildiğinde her şeye rağmen kültürel açıdan kurak İstanbul'da müthiş bir kazanç, klasik müzik sevenler için vazgeçilmez bir olanak. Hele bu bilet fiyatlarıyla...
Konserde birkaç müdavim dostumu gördüm. Hıncal Ağabey (Uluç) her zamanki şıklığı, canlılığı, nezaketiyle yerindeydi. Onunla ayaküstü konuştuk. "Sizden başka basınımızdan kimse teşrif etmiyor" dedim, beni mahcup etti "Sen varsın ya" dedi. Onun öğrencisi sayılırım, o nedenle "Benim mevcudiyetim bu nedenle doğal, sizi izliyorum" dedim. Konser çok güzeldi. Piyanist Sa Chen'den Cesar Franck ve Debussy'nin eserlerini dinlerken bir yandan da bu 'derdi' düşündüm: Sanat etkinliklerine bu derecede uzak ve kayıtsız kalan basın, hatta sanat dünyamızı...
Kalkıp "New York'ta, Londra'da bu tür konserlerde iğne atsan yere düşmez" deyip, o kentlerde konserlere girmek için neler çektiğimi anlatacak değilim. Aynı şekilde, "Cumhuriyet'in ilk yıllarında..." diye başlayan sözler de etmeyeceğim. Hatta 1970'li yıllarda, o kültür açısından tam bir çöl olan Türkiye'de, Ankara'da, Devlet Tiyatrosu, AST oyunlarına bilet bulmak için, sabahın 07.00'lerinde, buz tutmuş kaldırımların üstünde nasıl kuyruklarda beklediğimi de dile getirmeyeceğim. Öyle yaparsam 'ölen bir kültür üstüne' ağıt yakmış olurum. İşim değildir. Çünkü olaylara toplum dinamikleri içinde bakmayı iyi kötü bilirim.
'KÜLTÜR DEVRİMİ' YAPMAK
Öyle değerlendirince Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki hamlenin ne olduğunu anlayabiliyorum. Kültür planında bir devrim yapılıyordu. Batılılaşma esas kabul edilmişti. Yeni rejim ütopyaların peşinden koşmayı, bütün devrimler gibi, kendine hedef seçmişti. Hırsları, heyecanları vardı. Sonradan çok eleştirildi, ben de eleştirdim ama o dönemde 'ahırda mandolinle Mozart' çaldırmaya kadar gitti yönetim. 'Müzik devrimi' de yaptı, konservatuvar, Resim-Heykel Müzesi de kurdu. Dünyanın en iyi mimarlarını çağırıp, en yüksek bilim adamlarını faşizmden kurtarıp yapabildiğini yapmaya gayret etti. Yöntemi yanlış olabilir. Ama Fransız Devrimi, Rus Devrimi farklı şeyler mi yaptı? Mesele o girişimin yanlışlarını ayıklanıp başka bir planda ilerletilmesi olmamalı mıydı?
1970'lerde ise tüm dünyada devrim beklentisi vardı. O devrimin de büyük kitlelerle gerçekleştirileceğine inanılıyordu. Sanatın maksadı o kitleleri kazanmaktı. Aydınlar, 'okur yazarlar' bir sorumluluk duyuyordu. Okumak, yazmak, sanatla ilgilenmek, kültürle uğraşmak ekmek-su kadar zaruretti. İnsanların gerçekten de boğazlarından kesip kitaba, konsere, oyuna para yatırdığını gözlerimle gördüm. Sanat belki fazla didaktik olmuştu, kabul ediyorum, ama kendisine kitleler kazanmayı da bir maksat haline getirmişti.
O günden bu güne geldik. Bugün kalkıp sanatla ilgilenen yoktu demem. Bu çok yanlış olur. Tersine, her dönemde olduğu gibi, bugün de sanatla yaşayan bir kesim var. Hatta daha da profesyoneller. Sergiler, fuarlar, müzeler daha fazla izleyici buluyor. Ama yetmiyor. Yetmiyor, çünkü her şeyden önce, İstanbul dışında hiçbir şey yok. Her şey İstanbul'da cereyan ediyor. En önemli orkestralar, sanatçılar, gösteriler bu kentte. Diğer kentlerde bunların kırıntısı bile bulunmuyor.
Contemporary İstanbul ve Akbank Özel Bankacılık işbirliğiyle Anadolu'nun çeşitli kentlerinde 'Çağdaş sanat buluşmaları' düzenliyoruz. Oralara gidince durgunluğu, çölü ve kuraklığı görüyorum. İçim acıyor. Tek bir galerinin olmadığı, hatta sinema salonunun bulunmadığı 'büyük kent'ler var ülkemizde. Bunu ne adına doğru ve haklı bulacağız? Düzenlenen etkinlikler de birbirinin aynı, yetersiz, yöresel, sıradan çalışmalar. Şimdi oralarda neler yapılabilir diye yeni bir proje üstünde çalışıyoruz. Bakalım...
EY BASIN, UNUTMA
Bu büyük, derin ve ağır sorun bana basının bu konudaki kısırlığını, vurdumduymazlığını, aldırmazlığını düşündürüyor ve bu aklıma gelince "Kabahatin büyüğü senin, canım kardeşim" (Nâzım Hikmet - Akrep Gibisin) diyorum. Türk basını kendisinde bir kabahat bulmayabilir ama öyle, kabahatin çoğu onda.
Haydi, o nefret ettiğim şeyi yapayım ve Batı basınından örnek vereyim. Dünyanın çeşitli ülkelerinde SABAH, Hürriyet, Haber Türk, Milliyet, Star... düzeyindeki gazetelerine bakın. Hangisinde en az bir tam sayfanın kültüre, sanata ayrıldığını görmezsiniz? Hafta sonu eklerine bakın. Sayfalar dolusu haberler, onlardan daha önemlisi, yazılar, yorumlar, eleştiriler bulmazsınız? Her hafta sinema sayfası yapanlar, kitap, sergi, CD eleştirisi hazırlayanlar da cabası...
Sadece o mu, her gün mutlaka baktığım biri Fransızca diğeri İngilizce iki gazeteyi baştan başa okumaya kalksam başka hiçbir şey yapamam. New York Times'ın hafta sonunda bu alanlarda verdiği her biri ayrı birer gazete olan ekleri okuya okuya kim bitirebilmiştir? (Bir tek kitap ekleri konusunda gazetelerimiz ciddi işler yapıyor. Ama o eklerdeki yazıların gerçek birer eleştiri olduğunu ne yazık ki, söyleyemem.)
HALK BAHANE EDİLMEMELİ
Bu neden böyle? Popüler kültürün baskısı ve hakimiyeti denecektir. Amenna, doğrudur. Ama bunu öne sürmek bir bahane aramak ve onun arkasına sığınmaktır. Ya da en azından nabza göre şerbet verip, bir zamanlar Türk sinemasının yaptığı gibi 'halk bundan anlar' yargısıyla birbiri ardınca hep aynı şeyleri yapıp sunmak manasına gelir. İkisi de kabul edilmeyecek, ucuz, sudan, sıradan mazeretler. O bahsettiğim ülkelerde de halk var, kitle kültürü var, popüler kültür var. Gene de basının ciddiyeti yerli yerindedir. Hele internet ortamının bunca geliştiği bir dünyada böyle bir savuşturma savunması hiç mi hiç kabul edilmez.
Geriye sinekten yağ çıkarmak, bir koyundan çift post çıkarmak kaygıları kalır. Yani halka teslim olmak değil, git gide sıradanlaşan, hatta bayağılaşan bir yaklaşımla halkı teslim alma dürtüsü kalır. Bir eroin gibi, hep daha basite, kolaya halkı alıştırmak ve onunla yetinmek anlayışıdır bu. Son zamanlarda moda olduğu gibi bu eleştirileri 'seçkincilik' diye karşılamak da, hemen söyleyeyim, sadece safdillik olur. Maksat seçkincilik değil, görev ve sorumluluk arayışıdır. Nesi yanlış, kültüre sanata yer vermenin ve nasıl açıklayacak anlı şanlı gazetelerimiz bu konudaki ihmali?
Neyse ki, konser çok güzeldi, bu dertlerimi bir nebze olsun, başımdan aldı.