Geçen hafta Londra'da Saatchi&Saatchi galerisinde açılan, çağdaş Türk sanatından bir kesit taşıyan, 'Tehlikeli Zihinlerin İtirafları' adı verilen sergiyi gezdim. (Serginin ismindeki gariplik bir yana, akla George Clooney'nin Tehlikeli Bir Zihnin İtirafları adlı filmini getiriyor.) Sergi, Türkiye'de üretilen çağdaş sanatın, uluslararası piyasaya açılması döneminde önemli bir adımdı.
Serginin düzenleyicileri Lason Lee ve Carlo Bernardi. Gösterinin destekleyicisi gene bir müzayede firması olan Phillip de Pury. İşin özü, çağdaş/güncel sanatımız kendisine yeni bir çevre arıyor.
Çok önemli bir nokta bu. 25 yıl önce bu konularla uğraşmaya başladığımda şimdi akıl almaz rakamlara alınıp satılan resimlerin önemli bir bölümü gözümün önünde yapılıyordu.
Ama alıcısı yoktu. Özal döneminde Türkiye'ye giren para, yeni bir alıcı kitlesi meydana getirdi.
Bunlar 1970 kuşağı sanatçılarının yapıtlarını aldılar. Ellerindeki 'eski' yani 19. yüzyıl resimlerini sattılar. Ne var ki, o dönemin koleksiyonerlerinin neredeyse tamamı sonradan iflas etti, hapislere düştü. Ardından yeni bir kuşak geldi. Günü gününe söyleyeyim, 2002 sonrasında krizler atlatılıp, yeniden Türkiye'ye para akmaya başlayınca, bollaşan sermaye git gide daha fazla kazandığı paranın bir bölümünü sanat yapıtına ayırmaya başladı.
Özel müzeler açıldı. Sanatın bir 'entelektüel sermaye' olarak anlamı gündelik hayat içinde yankı buldu.
TÜRK SANATI HÂLÂ EMEKLİYOR
Bu yeni dalga, Türkiye'de üretilen güncel sanatı derinden etkiledi. Genç bir kuşağın ürettiği sanat, parasal bakımdan doğal olarak daha ucuzdu. Bu sanatın iki önemli özelliği daha vardı. Bir yanıyla güncel, siyasal olaylara, tarihin, belleğin, kimliğin sorgulanmasına dönüktü. Bir diğer yanıyla da hızla benim Türk Popu dediğim, daha çekici, daha kolay okunan, daha popüler ve daha dekoratif bir resim dili geliştirdi. Her iki üretimin de alıcısı çıktı. İçeride görülen canlılık, art arda açılan galeriler dış dünyanın da ilgisini çekti. Sotheby's, Christie's, Bonhams gibi uluslararası müzayede evleri devreye girdi. Sanat, gazetelerin birinci sayfasına konu olacak fiyattan alıcı bulmaya başladı.
Saatchi'deki sergi bu cümlenin bir parçası. Kutluğ Ataman, Hüseyin Çağlayan gibi zaten evrensel düzeyde tanınmış isimlerin yanı sıra Ardan Özmenoğlu, Yaşar Şaşmaz gibi daha genç kuşaktan sanatçıları ve Sıtkı Kösemen, Nazif Topçuoğlu, Ekrem Yalçındağ, Ramazan Bayrakoğlu gibi tanınan adların yapıtlarını barındırıyor. Uzaktan izleyince ilk bakışta son derecede çekici bir sergi. Ona benzer başka sergilerin de hızla, peş peşe açılması gerekir.
Hemen belirteyim ki, bütün o 2 milyon dolarlık fiyatlara falan rağmen Türk sanatı evrensel ölçütlerle baktığımızda hem hâlâ çok ucuz hem de henüz emekleme devresinde. Bu tür çalışmaların getireceği büyük katkılar söz konusu.
Bununla birlikte biraz daha yakından bakınca üstünde durulması gereken bazı başka noktalar çarpıcı bir biçimde kendini gösteriyor.
Bunların başında şu yakamızı bir türlü kurtaramadığımız Oryantalizm geliyor.
Oryantalizm derken, Batılıların, zihinlerinde, muhayyilelerinde kurdukları, olmayan, hayali bir Doğu anlayışını kastediyorum. Gerçekle ilgisi olmayan bu anlayış, dünyanın en kapsamlı ve karmaşık konularından biridir.
İşin fenası sadece Batılılar değil, kendini Batılı sanan bazı yerliler de içinde yaşadıkları topluma ve tarihe aynı gözle bakabiliyor. Buna da iç Oryantalizm diyelim. Bu sergide de, kayyumların, neredeyse farkında olmadan, neredeyse 'doğallıkla', bu metodolojiyi benimsediğini fark ettim. Hüseyin Çağlayan'ın işinde de, Şükran Moral'ın videosunda da, o kadar sevdiğim Sıtkı Kösemen'n fotoğrafında da bu izler rahatılıkla sürülebiliyor.
BATILI SANATÇILARLA ORTAK SERGİLERİMİZ OLMALI
Oryantalizm reddedilen bir kavramdır.
Bunu tartışmak bile anlamsız. Ama 'orient' yani Doğu bugünden, bu saatten sonra bizim için ne ifade ediyor? Onu 'kullanmak', hatta gerekiyorsa ona 'yüklenmek' gerekir mi? Bu konuyu ayrıca ele almak ve tartışmak lazım.
Batı'nın bize 'siz bunu yapın' şeklinde bir telkinde bulunduğu mesela Bedri Baykam tarafından çok tartışıldı. Onun iddiası bu anlayışı reddetmekti. Türkiye'den gelen bir sanatçı da Batılının yaptığı sanatı 'Doğulu bir sanatçı olarak' gerçekleştirebilirdi. Öyleydi de zaten. Buna rağmen anlaşılan o ki, bu tartışma belki küreselleşme, belki yerellik bağlamında devam edecek. Bu, işin çok önemli bir ideolojik boyutu. Piyasa mekanizması bundan sonra sadece politik-ideolojik düzeyde ele alınan bu tartışmayı bambaşka bir boyuta da çekebilecektir.
İkincisi, daha 'hassas' bir konu. Bir yanıyla da yukarıdaki meseleye başka bir düzeyde temas ediyor. 'Bu tür sergilere daha fazla ihtiyacımız var' dedim yukarıda. Doğrudur.
Ama bu sergilerin bundan böyle sadece Türk sanatçılarından mürekkep bir biçimde değil, Batılı önemli sanatçılarla birlikte açılması bana kalırsa daha işlevsel ve daha anlamlı olacaktır. Olur. Böylece iki kuş birden vurulur.
Hem biz bize kalmaktan ve kendimizi salt kendimiz olarak sunmaktan kurtuluruz hem de Türk koleksiyoncusu, galericisi artık Türk sanatçısı dışında yabancı sanatçılara da yönelir.
Böylelikle referanssız bir fiyat dünyasına kendine göre bir istikrar gelir. Şimdi dış müzayedelerde satılan resimlerimizle seviniyoruz. Pek güzel, ama hâlâ bizden resim alan önemli bir dünya müzesi, galerisi, koleksiyoneri yok. Buna ne buyrulur?
Eskimolara buz satmak zor iştir. Biraz göle maya çalmak gibidir. Ama öyle anlışıyor ki, bu defa o maya tutmuştur.