Kalem, silah ve mikrofon…
Bunlardan hangisine ne kadar ihtiyaç duyacağınız sorusunun cevabı; yeteneklerinize, mesleğinize, müktesebatınıza ve hepsinden önemlisi nesnel olarak içinde bulunduğunuz güvenlik koşullarına göre belirlenir.
Mesela Allah korusun; bir iç savaş ortamında -en yakın örnek olduğu için Suriye'yi gözümüzün önüne getirelim- elinize kolayından bir mikrofon alamazsınız.
Rejimin kalelerinde nadiren kalem oynatabilirsiniz, o da rejimin izin verdiği ölçüde… Rejimin kontrolündeki alanların dışında, misal PYD hegemonyasındaki bölgede yaşıyorsanız ve PKK'lı değilseniz, zaten pek yaşıyorsunuz da sayılmaz!
Silahın ise envaiçeşidini Suriye'de bulabilirsiniz, 'silah ruhsatına sahip olmayan sabıkalı örgütlerin elinde'… Türkiye; okuduğunuz metnin temel metaforları olarak seçtiğim üç imgeyi, aynı anda birbirine karıştırmadan kullanabilen güçlü ve güvenli ülkelerden biridir. Ama kelime sıkmayı bilmeyen kalemi eline alınca, her mikrofonu eline alan belagat şehvetine kapılınca ve silah üreten de milli güvenlik açısından riskli siyasi tercihlerde bulunmakla kalmayıp, bunun açık açık propagandasını da yapınca ne olur? O zaman bu üçlü arasındaki denge bozulur. Türkiye, 14 Mayıs 2023 öncesi ve 14-28 Mayıs 2023 arasında bu denge bozukluklarını ziyadesiyle yaşadı.
SEÇİMİN 'KRİPTO ANTİ-ERDOĞANCILARI'
Bu yazıyı yazmak için; seçimin olağanüstü diyebileceğimiz bir gerginlikle bitirilen ilk turunun üzerinden bir ay geçmesini bekledim. 14 Mayıs öncesi 'Seçimin kaderini kripto Erdoğancılar belirleyecek' başlıklı yazıyı üç bölüm halinde bu köşede yayınlamıştık. Sonuçlar beni yanıltmadı. Seçimin kaderini, mahalle baskısının muhalefet lehine fevkalade arttığı dönemde çevresiyle polemiğe girmek istemeyen gizli, kararlı Erdoğan seçmenleri belirledi. Oylarını vermek suretiyle ülkenin beş yıllık kaderini tayip edip köşelerine çekildiler.
Ancak bu seçimin 'kripto anti-Erdoğancıları' nasıl gözler önüne serdiğiyle çok az kişi ilgilendi. Şimdi size üç örnek üzerinden; kripto veya değil, anti-Erdoğancı olup da, yerden yere vurduğu düzenden beslenenleri anlatacağım.
Kalem, silah ve mikrofon imgeleriyle özdeşleştirdiğim üç emsal üzerinden... Sondan başlayalım: Mikrofon… Bildiğiniz bir örnek: Melek Mosso. Kendisi Y Kuşağı'ndan… Öyle kripto falan değil, anti-Erdoğancı… Bu genç 'sanat insanı', 2019'daki bir konserde sahnede sol bacağını da göstererek orta parmak işareti yapmıştı.
Orta parmak işareti, Batı kültürüne ait bir müstehcen el hareketidir. Aşağılamayı ifade eder ve muhatabına Anglosaksonların o müthiş kelimesi (!) 'fuck'ın türlü varyasyonlarıyla kurulan küfür cümleleri gönderir.
Kökeni Kinik fıçı filozofu Sinoplu Diyojen'e kadar gider bu hareketin.
Derken 2 bin küsur yıl sonra Hollywood'da The Ring adlı filmde kullanılır. The Ring dediysem milenyumun başında çıkan meşhur Halka değil, 1927 yapımı Alfred Hitchcock filmi… Ama ondan önce ABD'de orta parmağın ilk belgelenmiş görünümüne 1886 yılında rastlanıyor: Bir fotoğraf... Fotoğrafta Boston Beaneaters beyzbol atıcısı Old Hoss Radbourn adlı zat, rakibi New York Giants'ın bir üyesine orta parmak işareti çekerken fotoğraflanıyor.
Böyle böyle günümüze kadar geliyor bu hareket. Sonuç olarak bize özgü değil. Olmayabilir de… Kültürde hele de iyi bir ürün ithal edilecekse milliyetçi duruş sergilemek doğru değildir. Kültür söz konusu ise olaya hem milli, hem de yerine göre evrensel bakabilmemiz gerekir.
Mosso ise bu tür nüansları; kültür endüstrisi ile yüksek sanatın ayrımını bilecek müktesebatta biri değil. Tekirdağ Süleymanpaşa Belediye Başkanı Cüneyt Yüksel, seçimde mikrofonu bir silah olarak kullanan Mosso'ya seçimden sonra 'sekülerizm' kompleksiyle sarıldı. Başkan; AK Partili tabanın tavana haklı tepkisi nedeniyle koltuğundan oldu. Bu mikrofon örneği; AK Parti'nin neredeyse çeyrek asırlık siyasi iktidarının, kültürel alanlarda hakkıyla desteklenememesinin sonuçlarını göstermesi bakımından manidardır. Burayı mimleyelim.
SAVUNMA SANAYİİNDEKİ KRİPTO ANTİ-ERDOĞANCILAR
Gelelim, pek kimselerin bilmediği ikinci ve özel haber değeri taşıyan örneğe… Bu kez silah imgesi üzerinden gideceğiz. Kahramanlarımız Karadenizli değil, bununla birlikte silah demişken Karadeniz'e bir uğramak lazım.
Hüseyin Cahit Aral'ı hatırlar mısınız? Yaşınız yetiyorsa; simasını hatırlamasanız bile 8 Aralık 1986 tarihinde Çernobil Faciası'ndan sonra radyasyona inat çay içen bakan olarak hafızanızda yer etmiştir.
2011 senesinde kalp yetmezliğinden vefat eden işte bu bakanın oğlu olan Zafer Aral, savunma sanayii alanında başarılı yatırımları olan bir işadamı.
Yıllık tabanca üretim kapasitesi 400 bin adede ulaşan Samsun Yurt Savunma (SYS) adlı savunma sanayii firmasının sahibi. Meşhur tabancalarımızdan Canik'in üreticisi. 1998 senesinden beri bu işle iştigal ediyorlar. Ama asıl yükselişini AK Parti'nin iktidara geldiği dönemden sonra yapan ve özellikle de FETÖ'nün 2016 başarısız darbe girişiminden sonra büyüyüp gelişen bir savunma sanayii şirketinden söz ediyoruz.
Ama Zafer Aral'ın kızı Didem Aral'ın -ki SYS'nin Yönetim Kurulu Üyesi ve Dış Ticaret Müdürlüğünü yaptı, halen de de yapıyor- seçim öncesi Instagram hikâyelerini görseniz şaşarsınız. 'Anti-kripto Erdoğancılık'ta çığır açmış resmen. Hikâyelerinden bazı örnekler vereyim şimdi:
"Her şey çok güzel olacak. Bir başkasın genel başkanım, Cumhurbaşkanım Kılıçdaroğlu."
Didem Aral, Altılı Masa'nın kurmaylarını kürsüde kalp işareti yaparken paylaşmış mesela. Bu arada, kalp işareti yaparken meydanlarda neden işkence çektiler onu da anlamadım; seçimden sonra denedim, vallahi çok basit hareketmiş!
Sonra Meral Akşener'in bir demecini alıntılayarak "Gonca Kuriş tam tesettürlü bir kadındı" diye yazmış. Hizbullah'ın vaktiyle katlettiği İslamcı feminist yazar Kuriş'i kast ediyor. Doğrusu Konca Kuriş olacak. Aral'ın hikâyesinin altında da toplumsal cinsiyet eşitliği yazısı var. Akşener'e de 'The Adam' yazmış bu arada.
Sinan Oğan için ise şu cümleleri kurmuş: "Muhalefet partilerinin adayı olarak oy isteyen Sinan Oğan, iktidar partilerine biat etti. AKP karşıtı milliyetçi gençlerin umudu olarak başladı, Hizbullahçıların derneği olarak tamamladı. Bundan böyle ağzıyla kuş tutsa güvenilir siyasetçi olabilmesi imkânsız."
Peki; sizin, bu beslendiğiniz düzene bunca yıl öfke biriktirmiş bir kripto anlayışla güvenilir olabilmeniz mümkün mü… Bence hayır.
Devam edelim: Bir hikâyesinde AK Parti'nin, MHP'nin, Yeniden Refah Partisi'nin, Büyük Birlik Partisi'nin logosunun altına Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın fotoğrafını koymuş ve şöyle buyurmuş Didem Aral:
"Şimdi; buraya bakın. Bu siyasi partilerden Cumhur İttifakı içine aldığım Hüda-Par, terör örgütü Hizbullah'ın siyasi ayağı. Bu ittifakın Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, fotoğrafı aşağıdadır."
Sonra CHP, İyi Parti. Saadet Partisi, Gelecek Partisi, Deva Partisi, Demokrat Parti etc… logolarını koymuş ve şöyle demiş:
"Buraya iyi bakın! Bunlar Millet İttifakı'nda olan siyasi partiler. HDP ittifakta yok, adayı Kemal Kılıçdaroğlu, fotoğrafı aşağıdadır."
PR ŞİRKETİNİZDE Mİ UYARMADI?
Tabii o seçim döneminin değişim rüzgârına kendini fazla kaptırıp bu tür pek çok hikâye, post atmış ama siyasi içerikli olmayan hikâyeleri de yok değil Aral'ın. Bir tanesi şirketinin PR'ı:
"CitiPR markamızla iletişim danışmanlığını iki yılı aşkın bir süredir yürüttüğümüz markalarımızdan, Britanyalı AEI Systems'ı satın alan Canik üç kıtada üretim yapan savunma şirketi oldu. Canik, Birleşik Krallık merkezli köklü AEI Systems firmasını satın aldı…"
İmdi… Arkadaşlar! CitiPR her kiminse… Hiç mi patronajınızı uyarmadınız bu süreçte; "Yahu biz bu devletle iş yapıyoruz, böylesine bir siyasi angajman bize zarar verir" diye. Mayıs seçimleri, sizin iletişim danışmanlığını yaptığınız şirket için resmen anti-PR olmuş. Bu şekilde mi kolluyorsunuz müşterinizi?
Ne güzel bak, yurtdışında da başarıları var firmanın. Yatırım ve dahi sermayeleri de var orada. Canik güzel silah, eyvallah; şiş kebap iyi; ama işte önce yanlış ata oynayıp sonra da değiştirmeye çalıştığınız sistemden beslenmek etik mi? Bu ne perhiz ne lahana turşusu diye sormazlar mı insana?
Aslında bu ibretlik bir paradoksal durum. Bir anlığına empati kurunca anlıyorsunuz. Hem Erdoğan döneminde inanılmaz bir yükseliş göstereceksiniz, devlete mal satacaksınız, satmaya devam edeceksiniz, anlaşmalarınız halen baki, ondan sonra da eserin sahibini indirmeye çalışacaksınız. "Olmaz, hiç olmaz" diyor ya James Joyce, Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi'nde. Hakikaten olmaz, hiç olmaz.
Son örnek de kısa olsun: Berna Laçin. Bu ablamız da sinema oyuncusu, ama son dönemlerde daha ziyade kalemle arzı endam eyliyor. O yüzden onu da kamera yerine kalem metaforuyla anlatalım.
Laçin; seçimden önce iktidar gitsin diye elinden geleni ardına koymadı, derken seçimden hemen sonra Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği'nde baştacı edildi. Paris Büyükelçiliği'nin davetini hiç kaçırmadı. Büyükelçi tepkileri üzerine merkeze çekildi. Mosso da öyle yapmadı mı, çıktı konsere özür diledi. Konser düzeni devam etsin diye...
Toparlayayım yavaş yavaş: Bu yazıda geçen kişilerin ve olayların önemi var elbette, zaten o yüzden yazdım. Ne var ki bu yazıda anlatılanlar, defalarca gördüğümüz filmlerle kişi ve olay olmaktan çıkıp artık birer olguya dönüşmüştür. Sorun kimin kimi desteklediği de değildir. Sandıkla gelen sandıkla gider, sandıkta mücadele vermek de doğaldır. Mermi sandığı değil sonuçta, seçim sandığı… Ne var ki; buradaki ikiyüzlülük, beslendikleri düzene itiraz etmelerinde. Ya beslenmeyin -ki artık çok geç, halen besleniyorsunuz- ya da besleniyorsanız itiraz etmeyin.
İktidarın ise kendisini sandıkla da olsa devirmeye çalışanlara pozitif ayrımcılık göstermeye devam etmesi; vatanı, devleti için onu savunan milletin fertlerine haksızlık olur. Bu yüzden yazıya konu olgular iyi incelemeli, üzerinde düşünmeli… Yazı, on bin vuruşa yaklaştı. Son cümle şu olsun: Okuduğunuz kalem, silah ve mikrofon hikâyelerinden hepimizin çıkaracağı çok ama çok ders var.