"Ak Parti, ilk insan Hazreti Âdem'le başlayan büyük medeniyet davamızın günümüzdeki temsilcisi olmaya taliptir."
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, partisinin 19. kuruluş yıldönümü töreninde yaptığı konuşmada yer alan bu cümle, son günlerin 'medyatik' konusu İstanbul Sözleşmesi'yle ilgili tartışmaları özetler mahiyette.
Hazreti Âdem ile Havva'dan beri -özellikle oğullar Kabil ile Habil üzerinden- süregelen kadim bir meselenin; Feminizm, daha doğrusu Misandrizm (erkek düşmanlığı) ve Mizojinizm (kadın düşmanlığı) arasında pinpon topu gibi gidip gelen kısır ideolojik söylemlerle çözülmesine imkân, ihtimal yok.
Bu kısır 'ideolojizm', Yahudi mitolojisinde geçen Lilith'in (Hazreti Âdem'in, Havva'dan önceki eşi olduğuna inanılan kişi) erkek hegemonyasına karşı direnişin ilk sembolü, 'ilk feminist' olduğu gibi uçuk fikirlerin dolaşıma girmesine bile sebep oluyor.
'İLK FEMİNİST' EFSANESİ
Bu hafta Üç Boyutlu Portre'de İstanbul Sözleşmesi'ni mitolojik, tarihi ve hukuki perspektiften kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye çalışacağız. Lilith efsanesiyle başlayalım:
Lilith, Musevilik ve Hristiyanlık apokrif inançlarında Hazreti Âdem'in ilk eşi olarak geçen kişi. Yahudi medeni kanununu ve efsanelerini kapsayan dini metin Talmud'daki Yaradılış bölümünün 1. Bab'ında Âdem ile beraber bir dişinin yaratıldığından, 2. Bab'ında ise Âdem'in kaburga kemiğinden bir dişinin yaratıldığından bahsediliyor.
Her ne kadar burada açıkça belirtilmese de 1. Bab'da geçen kişinin Lilith, 2. Bab'da geçen kişinin ise Havva olduğuna inanılıyor. İbrani mitolojisine göre Lilith, Âdem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldığından ötürü Âdem'in kendisine eşit olduğu görüşündedir. Zamanla aralarında sorunlar baş gösterir ve Lilith, 'Tanrı'nın gizli adını (YHVH) telaffuz edip cennetten kaçar.
Lilith konusunda Türkçe'de yayınlanmış en kapsamlı araştırmalardan biri Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Bölümü Araştırma Görevlisi Aynur Çınar tarafından kaleme alınmış. 'Lilith: Yahudi Mitolojisinde Ana Tanrıça'nın Düşüş ve Şeytana Dönüşüm Serüveni' başlıklı bu makalede yer alan bilgilerin bir kısmını paylaşalım:
"Şeytan araştırmalarında Yahudi-Hristiyan Batı dünyasında iyi bilinen Lilith'in kökeni Sümer'e kadar uzanır. Lilith adı Sümerce'de 'hava, rüzgâr' anlamına gelen 'lil' kökünden türemiş ve etimolojisinde var olan hava unsuru bu ada ruhsal varlık boyutu kazandırmıştır.
Gılgamış Destanı'nda Tanrıça'yla kurulan münasebeti, zamanla önce rahibelik kurumuna, ardından Tanrıça'nın kendisiyle özdeşleşmesine kadar gitmiştir. Ataerkil zihniyetin yerleşmesiyle, cazibesiyle erkekleri tuzağa düşüren ve bebekleri öldüren şeytani bir karaktere dönüşmüş ve Tanrıça'nın sıfatları da bu yöne doğru evrilmiştir. Bu özellikleriyle Yahudi mitolojisinde geçen Lilith, seksualiteye sahip en büyük dişi şeytan olarak kötülüğün zirvesine oturmuştur.
…
Yahudiliğin dişi şeytan olarak sunduğu ve kadın nefretini körüklediği Lilith, Feminist ideolojinin tezini oluşturmaktadır. Bu yüzden Lilith'i anlamanın Feminizm'i anlamanın temeli olduğunu söylemek mümkündür."
Yazar, bugünün Feminizm'ini anlamanın yolunun Lilith efsanesini bilmekten geçtiğini söylüyor. Biraz abartılmış bir yorum, ama yine de dikkate alınmalı. Öyle ya, Adorno "Psikanalistler sadece abartılarda haklıydı" der.
'AİLE-ERKİL BİR MİLLET'
Gelelim İstanbul Sözleşmesi'yle ilgili politik tartışmalara… Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, konuşmasında İstanbul Sözleşmesi'ne geniş bir yer ayırması da son günlerdeki tartışmalara kapsamlı bir cevap niteliğinde. Bu sözleşme ve giderek kadına şiddet meselesi üzerinden ideolojik ve politik bir muhalefet inşa etme arayışı verilerle ve hakkaniyetle bağdaşmıyor.
Erdoğan'ın konuşmasında belirttiği gibi 2004 yılında anayasaya "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür" hükmü eklendi.
2012 yılında Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 sayılı Kanun yürürlüğe girdi. Kadınların işgücüne katılma oranı yüzde 34,4'e, istihdam oranı yüzde 28,7'ye çıktı. Bunda Ak Parti politikaları kadar 'zamanın ruhu'nun da belirgin etkisi var. Ancak işgücüne katılımın artısı iktidara yazılmazken, kadına şiddetin yine zamanın ruhu gereği artışının eksisi iktidara yazılmaya çalışılıyor!
Erdoğan'ın konuşmasındaki "İlla bir tanımlama yapılacaksa Türk Milleti 'aile-erkil' bir millettir" cümlesi sorunun çözümünü de içinde barındırıyor aslında.
Cumhurbaşkanı'nın aşağıdaki cümleleri de, Türkiye'nin, İstanbul Sözleşmesi'nin yerine kadına şiddeti önleme konusunda yeni bir metin hazırlayacağının habercisi:
"Türkiye olarak, bin yıllara sâri medeniyet birikimimizle; insanı ve insan onurunu yücelten, aileyi merkeze alan, toplum dokumuza uygun, özgün ve öncü metinler çıkarma potansiyeline ziyadesiyle sahip olduğumuza inanıyorum. Şimdiye kadar oluşan uluslararası külliyattan da istifade ederek, tercüme metinler yerine, artık kendi çerçevemizi kendimiz belirlememiz gerekiyor."
İlginç olan, İstanbul Sözleşmesi'yle ilgili tartışmaların, yalnızca muhafazakâr mahalle içinde sıkıştırılmaya çalışılması. Oysa bu mesele 'dünya görüşleri üstü' bir mesele. Kadına şiddet sadece bir mahallenin sorunu değil ki, ülkemizin sorunu. Öyleyse tartışma neden bir tarafın sahasında sıkıştırılıyor!
Bunun yanı sıra ya 'ak' ya 'kara' mantığıyla sözleşme yanlılarının 'medeni', sözleşme karşıtlarınınsa 'barbar' olarak nitelendirildiği bir tartışma zemininden de sağlıklı bir konsensüs çıkması imkânsız. Kadına şiddet; ekonomik, sosyal, hukuki, polisiye boyutları olan çok yönlü bir mesele. Dolayısıyla politikaların da bu alanlara odaklanması gerekiyor.
SÖZLEŞMENİN AMACI ŞİDDETİ ÖNLEMEK
İstanbul Sözleşmesi, 30 sayfalık bir sözleşme. Tam adı Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi. 11 Mayıs 2011'de Avrupa Konseyi tarafından İstanbul'da imzaya açıldı. Türkiye, ilk imzalayan ülke. Sözleşmeye imza atmış diğer ülkeler şunlar:
Arnavutluk, Andorra, Ermenistan, Avusturya, Belçika, Bosna Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Moldova, Monaco, Karadağ, Hollanda, Kuzey Makedonya, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, San Marino, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, İspanya, İsveç, İsviçre, Ukrayna ve Birleşik Krallık.
İmzacı olup sözleşmeyi yürürlüğe sokmayan ülkeler şunlar: Ermenistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Moldova, Slovakya, Ukrayna ve Birleşik Krallık. Slovakya, Macaristan ve Polonya'nın sözleşmeden çekildiğini de belirtelim.
Sözleşmedeki şiddet tanımı, CEDAW'ın (Kadınlara Yönelik Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Bildirgesi) tanımıyla benzerlik gösteriyor, ancak burada psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet ibareleri de ayrıca eklenmiş. AB'deki İstanbul Sözleşmesi'nin BM'deki karşılığı olan CEDAW daha eski, 1979 yılında BM tarafından kabul edildi.
İstanbul Sözleşmesi'nin Birinci Maddesi'nde sözleşmenin maksatları sıralanıyor:
"Bu sözleşmenin maksatları şunlardır:
a- Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak.
b- Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak.
c- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak.
d- Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak.
e- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak."
Madde 2'de, Sözleşmenin Kapsamı bölümünün başında o netameli 'toplumsal cinsiyet' kavramı tarif ediliyor. Şöyle diyor burada:
"'Toplumsal cinsiyet'ten; herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır."
'Toplumsal cinsiyet' kavramı feminist teorisyen Judith Butler'dan alınma. Butler, İngilizce'deki 'gender' kelimesini bu şekilde kavramsallaştırdı. Yani kavram bize özgü değil. Butler, "Asıl derdim, toplumsal cinsiyet sınırları içinde dayatılan bir takım basmakalıp fikirlerle, toplumsal cinsiyetin eril ve dişiliğine dair var olan görüşlere itiraz getirmeye çalışmak" diyor.
Judith Butler 24 Şubat 1956 doğumlu Amerikalı bir düşünür. Üçüncü Dalga Feminizm'in öncülerinden… Butler'ın 1990'da yayınlanan Cinsiyet Belası adlı kitabı farklı dillerde 100 bin adetten fazla sattı.
TARTIŞMANIN SEBEBİ 3. MADDE
Sözleşmenin tartışma yaratan maddelerinden biri 3. Madde:
"Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hâl, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir."
Yine tartışma yaratan bir diğer madde ise 14. Madde. Şöyle diyor bu maddede: "Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri … gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dâhil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır."
Sözleşmenin 52. Maddesi'nde ise Türkiye'de hazırlanacak müstakbel bir metne mutlaka konulması gereken yerinde tedbirler sıralanmış:
"Taraflar, yetkili makamlara, âni tehlike durumlarında, aile içi şiddet faillerinin, mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgâhını yeterli bir süre için terk etme emri verme ve faillerin, mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgâhına girmesini veya mağdurla veya risk altındaki şahısla temas etmesini yasaklama yetkisi verilmesini temin edecek yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır."
Madde 65'te GREVIO'nun (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu) denetimleriyle ilgili ayrıntılar yer alıyor.
'KAVRAM İTHALATI'
Sözleşme, ithal bir metin olduğu için 'penetrasyon', 'labia mojaro' veya minora' gibi mahrem teknik kavramların kullanımı da söz konusu. 'Gender'dan tercüme edilmiş 'toplumsal cinsiyet'te olduğu gibi burada da bir 'kavram ithalatı' mevzubahis. Her ne kadar sözleşmenin orijinal versiyonunda doğrudan geçmese de sözleşme bağlantılı olarak tartışılan bir kavram daha var: 'Eve Teasing'. Güney Asya'nın Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Nepal gibi ülkelerinde kadınlara cinsel taciz veya cinsel saldırı eylemleriyle ilgili olarak kullanılan bir tabir bu. Eve kavramı, Hazreti Âdem'in eşi Havva'ya gönderme. 'Eve Teasing'in Oxford ve Cambridge sözlüklerinde tanımı şöyle:
- Kamuya açık bir mekânda bir kadının, bir erkek tarafından tacize maruz bırakılması.
- Bir erkeğin, bir kadına kamuya açık bir mekânda fiziksel açıdan veya seks amaçlı olarak sözle temasta bulunması. Tanımın ikinci kısmı önemli: Kadının, bu teması ya da girişimi taciz veya saldırganca bulması yeterli. (Tartışma yaratan 'Kadın beyanı esastır' prensibi bu tanıma da ilham vermiş yani.)
SÖZLEŞME, CİNAYETLERİ AZALTMADI
Sözleşmenin tamamını okuduğunuzda 'toplumsal cinsiyet' gibi müphem ve problemli kavramlar haricinde metnin içeriğine dair ciddi bir sorun görünmüyor. Tüm maddelerinde gözlemlediğim kadarıyla sözleşme kadına şiddeti engellemeyi amacıyla hazırlanmış bir sözleşme. Sözleşmede hep iddia edildiği gibi 'süresiz nafaka' konusuna dair de tek bir satır bulunmuyor.
Ne var ki, son dokuz yılda istatistiklere göre kadın cinayetlerini azaltma konusunda İstanbul Sözleşmesi'nin görünen bir faydası da yok. 2010'da 180, 2011'de 121, 2012'de 210, 2013'te 237, 2014'te 294, 2015'te 303, 2016'da 328, 2017'de 409, 2018'de 440 ve 2019'da 474 kadın cinayeti işlenmiş. İçişleri Bakanlığı'nın açıklamasına göre kadın cinayetlerinde 2020'nin ilk iki ayında yüzde 32 azalma söz konusu olmuş.
Bu azalmada önleyici tedbir kararlarının yüzde 71 oranında artmasının etkisi var. Kadına şiddeti, terör gibi tamamen sıfırlamak belki mümkün değil. Ama minimize etmek ve Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri olmaktan çıkarmak mümkün.
Bu arada terör demişken… Kadına şiddet bağlamında zaman zaman kullanılan 'erkek terörü' kavramının son derece yanlış olduğu kanaatindeyim. Nasıl ki PKK'nın 1984'ten beri ürettiği teröre -genele teşmil edip- hiçbir zaman 'Kürt terörü' dememiş isek; düşük seviyeli, vicdandan ve ahlaktan nasibini almamış, kadına şiddet üreten sınırlı sayıdaki erkeklerin işlediği cürümleri de topyekûn 'erkek terörü' olarak tanımlamamalıyız.
Kadın cinayetleri Türkiye'nin çok ciddi bir sorunu. Nitekim bu yazıyı yazarken İzmir'de bir kadın cinayeti daha işlendi. Gazeteci arkadaşımız Kadir Sarıkaya'nın İzmir Boğaziçi'ndeki karşı komşusu Gizem Filiz (26) eski kocası tarafından öldürüldü. Filiz'in yakınlarının verdiği bilgiye göre, 'severek' evlenmişler, biri kız, biri erkek iki çocukları olmuş. İki yıl önce şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmışlar. Gizem Filiz, eski kocası hakkında uzaklaştırma kararı almış.
Aykut H. (Soyadının Hocaoğlu olduğunu öğrendim. Katil koca ya da eski kocaların, sevgili ya da eski sevgililerin yahut 'saplantılı platonikler'in soyadları basında açık açık yazılsa ya!) çocukların, anneanneleriyle Manisa'ya gitmelerini fırsat bilip, balkondan ikinci kata tırmandıktan sonra Gizem Filiz'i boğarak öldürmüş. Bu trajik olayla kadına şiddet vakalarına bir yenisi daha eklenmiş oldu. Ve bu ilk değil, sonuncusu da olmayacak.
BATI'DA YÜKSELEN ANTİ-FEMİNİST DALGA
Temmuz 2017'de GREVIO Türkiye'ye ilişkin ilk raporunu yayımladı. Raporda atılan olumlu adımlar için memnuniyet dile getirildi, ancak kadına şiddetin önlenmesi için ek tedbir önerilerinde de bulunuldu.
2011-2019 verileri, cinayetlerin özellikle 2019 yılında tavan yapmasının sorumlusunun yine iş bu sözleşme olduğunu göstermez tabii. Her iki bağlamda da arada bir illiyet bağı bulunmuyor.
İstanbul Sözleşmesi'yle ilgili tartışmaları Batı ülkelerindeki kadın-erkek sorunu tartışmalarını bilmeden yorumlamak da eksik olur. Bu konuda epey makale okumuş bir gazeteci olarak şunu net bir şekilde söyleyebilirim:
Batı'da henüz dünya kamuoyunun pek farkında olmadığı bir 'anti-feminist' dip dalga var. Bunların kimisi kadın ve erkeğin evrimsel doğasına ters sosyal-politikalara karşı çıkıyor ve iki cinsin birbirine olan kadim ihtiyacına istinaden daha iyi bir kadın-erkek rejimi kurmaktan bahsediyorlar. Önerilerinin bir kısmı da makul. Haklarında konuşulmasını pek istemiyorlar. Sadece düşünceleri; önce erkekler, sonra kadınların bilinçaltı üzerinden aileye, topluma ve devlete alttan alta hâkim olsun istiyorlar. Âdeta 'Dövüş Kulübü' gibiler. Hatta "Dövüş Kulübü hakkında konuşma" diyorlar.
Daha marjinal, 'mizojinist' birkaç dip dalga da var. Ve bunlar tehlikeli. Benim sosyal medyanın -bilhassa da Instagram'ın ortaya çıkışıyla- başladığını yazdığım Dördüncü Dalga Feminizm akımının (Bkz: 10 Kasım 2019 tarihli yazım: https://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/ferhat-unlu/2019/11/10/dorduncu-dalga-feminizm-ve-cam-tavan-sendromu) kendi karşıtına yol açması mukadderdi. O yazıda,
"Kadın-erkek ilişkilerini başka her şeyden önce, hatta iddialı olacak ama on binlerce yıllık evrimsel sürecin getirdiği teamülleri dahi tehdit edecek ölçüde artık teknolojik gelişmeler (başta sosyal medya) şekillendiriyor demek mümkün" diye yazmıştım.
Toparlarsak… Kadına şiddetin her türüyle mücadele artık bir milli güvenlik meselesi haline geldi. Ve bu mücadeleyi, hem yerli, hem de uluslararası değerleri uyumlulaştırarak yürütmemiz gerekiyor.
İstanbul Sözleşmesi, 181 yıllık 'batılılaşma' veya 'modernleşme' hikâyemizle ilgili tartışmaların özeti gibi. Bu yüzden hem kendi köklü kültürümüzden tevarüs eden ilkeleri, hem de evrensel değerleri referans alarak bize ait bir metin üretmenin zamanı. 'Zamanın ruhu'nun gereği bu.