Büyük İngiliz romancı John Fowles'un 'berbat cüce' dediği Kraliçe Victoria'nın bitmek bilmeyen kasvetli döneminin İngilteresi'ne, kuzeydeki Durham şehrine gidelim. Tarih 14 Temmuz 1868. Kadınların -elbette hanedandan gelen Victoria istisnası bir kenara bırakılırsa- sosyal yaşamda rol alamadığı, ikinci sınıf vatandaş olduğu bir dönem. (Aynı yıllarda Osmanlı'da ise kadın hakları Batı'nın çok ama çok ilerisindeydi.)
İşte böyle bir çağda Britanya'nın, Endüstri Devrimi'yle burjuvalaşmış sanayici, nüfuzlu ailelerinden birinden gelen donanımlı ve haris bir kadın, İngiliz kadınlarının sindirilmişliğinin üzerinde yükselerek parlak bir kariyer üretmekle kalmadı, romanlara, filmlere konu olacak maceralı bir yaşam öyküsü inşa etti. Nitekim bu yaşam hakikaten kitaplara ve filmlere konu oldu.
Türkiye'de, nedense bir yıl gecikmeli olarak gösterime giren 2015 yapımı Queen of the Desert (Çölün Kraliçesi) filminin ilham kaynağı, Ortadoğu'yu birbirine katan ünlü Britanyalı kadın casus Gertrude Margaret Lowthian Bell'den söz ediyorum. Werner Herzog imzalı filmde Bell'i Oscarlı oyuncu Nicole Kidman canlandırdı. Bu rol için önce Naomi Watts düşünülmüş, ancak sonra Kidman'da karar kılınmış. Filmde bir diğer ünlü İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence rolünde de Robert Pattinson'u görüyoruz. Lawrence, Bell'in çırağı, hatta metafizik oğlu idi. Bell, Lawrence'dan daha kıdemli ve etkili olmasına rağmen ona 'Dişi Arabistanlı Lawrence' dediler. Lawrence of Arabia (Arabistanlı Lawrence) 1962'de David Lean'in çektiği bir filmdi. Çölün Kraliçesi bu filmin 'torunu' sayılabilir. Ve aynı sömürgeci mantığın ürünü.
Lawrence demişken bu köşeden bir alıntıyla devam edeyim. Çünkü Bell ile Lawrence'ın öyküsü, paralelin ötesinde defalarca kesişmiş. 5 Mayıs 2012'de bu köşede yayınlanan Arap Baharı'nın Postmodern Lawrence'ları başlıklı yazı şöyle başlıyordu:
"Bundan yaklaşık 100 yıl önce, İngiliz casus Thomas Edward Lawrence, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'ya Irak cephesindeki Kut'ül Amare muharebeleri öncesinde rüşvet teklif eder. Arapları, Osmanlı'ya karşı kraliçenin sterlinlerinin büyüsüyle ayaklandıran efsane İngiliz casus, rivayete göre Halil (Kut) Paşa'ya 2 milyon pound önerir. Paşa teklifi elinin tersiyle iter."
Yazının ana fikri şuydu: İngiliz casus Lawrence, bir asır önce ilk Arap Baharı'nı başlatmış ve Ortadoğu'yu Osmanlı'dan koparmıştı. Şimdi aynı şeyi ABD Özel Kuvvetleri'nin 'postmodern Lawrence'ları yapıyor.
Gertrude Bell de en az Lawrence kadar, hatta ondan daha fazla istihbarat sanatının bütün imkanlarını kullanarak Arapları Türklere karşı kışkırttı. Zaten var olan etnik ve sosyolojik fay hatlarını derinleştirerek Osmanlı'nın çöküşünü hızlandırdı. İstihbarat terminolojisinde kadınla tuzak kurma anlamına gelen 'honey trap' türünden operasyonlarda kullanılmadı ama Ortadoğu'da girdiği her yerde kadınlığını kullanarak bilgi almayı becerdi.
Yetkisi ve gücü, tarihteki benzeri, hemcinsi, Almanya hesabına çalışan casus Mata Hari'den çok daha fazlaydı. Öyle ki İngiltere güdümünde kurulmuş bugünkü modern Irak'ın sınırlarını çizecek kadar… Bell, Musul ve Kerkük'ün İngilizlerde kalmasını temin eden kişiydi aynı zamanda.
ANADOLU'DA AYAK BASMADIK YER BIRAKMADI
Gertrude Bell, çok az sayıda kız öğrencinin okuyabildiği dönemin İngilteresi'nde Oxford Üniversitesi tarih bölümünü birincilikle bitirdi. Okulu bitirdikten bir süre sonra 1892'de ilk Ortadoğu seyahatini gerçekleştirdi. Akrabası Frank Lascelles'ın büyükelçi olarak görevli olduğu Tahran'a gitti. Ardından Avrupa'ya döndü, bir süre İsviçre'de dağcılık yaptı. Alpler'in hiç tırmanılmamış tepelerine tırmandı. Yakalandığı fırtınada bir ipin ucunda tam 53 saat asılı kaldığı söylenir. Bu yüzden mahsur kaldığı o tepeye onun adı verildi.
Avrupa'da iken dil öğrenmeye başladı. Aradan yıllar geçtikten sonra, artık bir casus olarak çalışmaya başladığı dönemde akıcı biçimde Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca konuşabilecek hale gelecekti. 'Bonus' olarak İtalyanca ve Türkçe de biliyordu.
Bell, 1900 yılında Suriye ve Filistin'e gitti. Şam ve Kudüs'ü ziyaret etti. Takip eden 12 yıl içinde bölgeye altı kez daha ziyarette bulundu. Anadolu, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası'nda neredeyse gezmedik yer bırakmadı. Sırf Anadolu'da gittiği yerleri saymak bile bu konuda bir fikir verebilir: Adana, Antakya, Osmaniye, Mersin, Tarsus, Konya, Kayseri, Niğde, Urfa, Diyarbakır, Mardin. Halep'e gittikten sonra Antakya'ya, oradan da Adana'ya geldi. Kozan'da Anavarza Kalesi'ni dolaştı. Ardından kanonik Hıristiyanlığın doğduğu Pavlus'un memleketi Tarsus'a geçti. Ve sonra da Konya'ya… (Bütün bu seyahatleri yazar, fotoğrafçı, seyyah ve arkeolog kimliğiyle yapıyordu. Ama bir süre sonra asıl ve tek işi casusluk oldu.)
Konya'da hayatını derinden etkileyecek kişi ile tanıştı. İngiltere ordusunun Konya'daki temsilcisi Doughty Wylie idi bu. Wylie evli olmasına rağmen aralarında bir yakınlaşma baş gösterdi. Hatta Bell'in günlüklerinden anladığımız kadarıyla kendi aralarında nişan bile yapmışlardı. Wylie, Çanakkale Savaşları sırasında vatanımızı müdafaa eden bir askerimiz tarafından vuruldu. Gertrude Bell, cephede ölen sevgilisinin acısını asla unutmadı. Ve bir rivayete göre Gelibolu'da sevgilisinin mezarı başında Türklere karşı intikam yemini etti. Hiç evlenmedi, çocuğu olmadı ve hayatını bu yemine adadı.
Mart 1907'de arkeolog William M. Ramsey ile Anadolu'ya geldi ve Konya Karaman'da Binbir Kilise'de tarihi kalıntılarda araştırmalar yaptı. Ocak 1909'da Antep ile Suriye toprakları arasında yer alan antik Hitit kenti Karkamış'a gitti. Bu arada iki arkeologa danışmanlık yaptı. İşte bunlardan biri ünlü İngiliz casus Thomas Edward Lawrence'tı.
BELL'İN CASUSLUK FAALİYETLERİ
Bell bu dönemden sonra at sırtında bütün Mezopotamya'yı dolaştı. Arap, Türkmen ve Kürtlerin, Keldani ve Asurilerin aşiret yapılarını araştırdı. Bir yandan Mezepotomya'nın sosyal yapısı ve tarihini incelerken diğer yandan da bölgedeki zengin petrol yataklarının varlığını tespit ediyor, ülkesine bildiriyordu.
1913'te gemiyle Beyrut'a geldi, oradan Şam'a ve ardından hiç kimsenin ayak basmadığı çöllere doğru yola çıktı. O dönem için yüksek paralarla mihmandarlar ve korumalar tutarak Arabistan çöllerine kadar gitti.
Ermeni Tehciri'nin olduğu sene, Kasım 1915'te Kahire'ye çağrıldı. Burada Lawrence'la tekrar karşılaştı. İngiliz istihbaratı tarafından bölgeyi çok iyi bilen biri olarak casuslukla görevlendirildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan ölümüne dek Ortadoğu'daki emperyal İngiliz çıkarları için çalışacaktı. Önce Lawrence, ardından da Bell, Kahire'de ordu istihbarat karargâhına görevli olarak atandı. Lawrence gibi Bell'in de görevi Arap kabileleri Osmanlı'ya karşı ayaklandırmaktı. Lawrence, Mart 1916 sonunda Arap isyanının planlarını almak üzere Basra'ya, Gertrude'nin yanına gitti. Arap isyanının başarılı olması sonrası İngiltere'ye yollanan bir raporda "Lawrence, 1917 ve 1918'deki Arap seferberliklerini Bayan Bell'in raporlarına dayanarak örgütledi" yazıyordu.
Bell, 1915-16'da Osmanlı'nın Çanakkale ile birlikte zaferle çıktığı tek muharebe olan Kut'ül Amare'de Türklere karşı kurşun attı. Mart 1916'da Basra'da Osmanlı'ya karşı savaşan İngiliz askerlerine sahada mihmandarlık yaptı. İngilizlerin Bağdat'a ulaşmalarına yardım etti.
Bu süreçte amiri kimdi dersiniz. Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler'e çalışmış çift taraflı casus (double agent) ve hain (traitor) İngiliz casus yöneticisi Kim Philby'nin babası John Philby. (Baba Philby'nin de Hitler'e çalıştığı söylenir.)
Kahire'de Bell'e verilen görevlerden biri de Ermeni tehcirini izlemekti. İnternetteki İngilizce kaynaklarda Gertrude Bell'in Ermeni ölümlerine şahitlik ettiğine dair bilgiler var. Merkeze geçtiği bir istihbarat notunda şöyle yazmış: "Halep'te 12 bin dolayında Ermeni, birkaç yüz Kürt'ün muhafızlığında toplanmıştı. Bu Kürtlere jandarma deniliyordu. Ama gerçekte yalnızca kasaplardı. Erkek, çocuk ve yaşlı kadınları yok etme yönünde gizli bir talimat almışlardı."
Bu satırlar, dönemin emperyalist işgalci gücü İngiltere'nin, Kürtlere nasıl baktığını göstermesi açısından büyük önem taşıyor. PKK ve HDP, Kürtler için bunları yazmış bir casusun mirasını taşıyan İngiliz ve Amerikalılarla, 'postmodern Bell'lerle iş tutuyor. Tarihten ders çıkarabilecek ferasetleri olsaydı bunu yapmazlardı.
CETVELLE SINIR ÇİZİYORDU
Bell, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce arkeolojik çalışma yapma gerekçesiyle bir ara Irak'taki ünlü antik şehir Babil'e, hatta şu sıralar IŞİD'den sonra Esad rejiminin eline geçen Suriye'deki antik kent Palmira'ya gitti. Bunu yaparken bir taraftan da kazı yaptığı her yerde aşiretlere "Burası sizin" diyerek onları ayaklanmaya ikna etmeye çalışıyordu. Doğrusu büyük ölçüde başarılı da oldu. Bunu, tıpkı manevi oğlu Lawrence'ın Halil Kut Paşa'ya rüşvet teklif etmesi gibi aşiretlere rüşvet teklif ederek yapıyordu. Aşiret liderleri, Lawrence'ın fütursuz teklifini sert bir dille geri çeviren Halil Paşa'dan farklı olarak Bell'in para teklifini kabul ediyorlardı.
Gertrude Bell'in Kudüs'te bulunduğu sırada kullandığı çalışma odası araştırma merkezi gibiydi. Masasının üzerinde karton ve kağıtlara; renkli kalem, cetvel, pergel ve gönye kullanarak yeni gördüğü yerlerin ayrıntılı haritalarını çiziyordu.
Bu çalışmaları Osmanlı'nın parçalanması için yapıyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'nın dağılmasının ardından Ocak 1919'da Irak'ın bir liderliğe ihtiyacı olduğu fikrini üreten kişi oldu Bell. Bunu da 'Mezopotamya'nın self determinasyonu' mottosuna dayandırdı. Müstakbel Irak hükümeti ile İngiliz hükümeti arasında arabulucu rolünü üstlendi. Yalnızca Musul ve Kerkük'teki petrol yataklarından ötürü değil, Türkiye, İran ve Suriye'ye karşı tampon bölge vazifesi göreceği için Irak'ın önemini gayriresmi danışmanlık yaptığı Churchill yönetimine benimseten kişiydi Bell.
1920'de İngiliz Yüksek Komiserliği'nin Ortadoğu Sekreteri oldu. Beş yıl sonra Ortadoğu'da misyonunu tamamladıktan sonra İngiltere'ye döndü. Fakat ardından bir arkeoloji müzesi kurduğu Bağdat'a tekrar gitti. Bağdat'ta ölümüne kadar İngiliz devletine danışmanlık yaptı. İktidara getirdiği Irak Kralı Faysal'ın sır küpü oldu. (Faysal, Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin'in oğlu idi. Faysal'ı Irak'ın başına getirttikten sonra günlüğüne "Bir daha kral yaratma işine katiyen bulaşmayacağım, sinirleri çok yıpratan bir iş" diye de yazacaktı.)
Kendisi Irak'ta iken kardeşi Maurice tifodan öldü. Bu olay onu, tıpkı sevgilisinin Çanakkale'de ölümü gibi derinden sarstı. Ve biraz da bu olayın etkisiyle 12 Temmuz 1926'da yüksek dozda ilaç alarak yaşamına son verdi. Ölümünün bir cinayet sonucu gerçekleştiği yönünde efsaneler de türedi. Ancak bu, ispatlanmış bir şey değil.
Gertrude Bell, Bağdat'ta İngiliz Mezarlığı'nda toprağa verildi. Geride 9 kitap, 16 günlük, 7 bin fotoğraf, bin 600 mektup ve şifreli casus belgeleri bıraktı. Fakat en büyük ve şeytani eseri, parçalanmış Osmanlı toprakları idi. Bell, klişe deyimle elinde cetvelle Ortadoğu'da sınır çizen ve Osmanlı'dan kopardığı ülkeye (Irak'a) İngiliz yanlısı kralı atayan isimdi. Dahası Anglosakson emperyalizminin Ortadoğu politikalarının fikir analarından biriydi. Onun açtığı yol, ABD'nin 2003'teki Irak müdahalesinde gördüğümüz üzere geçmişten günümüze ulaşan uzun bir yol. Ve eğer bölge ülkeleri kendi kaderlerini tayin hakkını söke söke almazlarsa geleceğe uzanması da muhtemel.
Daha kısa yoldan söylersek Bell; böl, parçala, yönet konseptinin mucitlerinden biri ve sahadaki bir numaralı tatbikçisi. ABD ve İngiltere, Ortadoğu'da hâlâ onun izinden gidiyor. Bell'in kendisi mezarda, ama maalesef fikirleri halen iktidarda.