Yemek programlarıyla hastane ortamları arasında nasıl bir ortak yan olabilir? Eldiven! O eldivenler bir kere geçirildi mi ele, balık ayıklandıktan sonra hamur yoğrulabilir, hastanın altı değiştirildikten sonra başı okşanabilir, öyle mi? Ellerin eldivenli olması, ezeli-ebedi hijyen göstergesi, öyle mi? Elbette ki hayır ama tam da öyleymiş gibi davranılıyor. Külaha sığmayan dondurma; para alıp üstünü veren, bunu gün içinde defalarca tekrarlayan eldivenli parmaklarla bastırılıp yerleştiriliyor. Belki bu konudaki dolup taşmışlığım yüzündendir, Harvard'ın T.H. Chan Toplum Sağlığı Fakültesi'ndeki Sabri Ülker Center ve Imaging Lab turunda en dikkatimi çeken şeylerden biri, Michael Jackson'lı o laboratuvar kapısı oldu. Evet, olaylar Boston'da geçiyor. Michael Jackson'ın tek eline taktığı ikonik beyaz eldivenli posteri asılıydı kapıda. Üstte "ONE GLOVE" yani bir/tek eldiven, altında da "DON'T FORGET WHEN YOU WANT TO OPEN THE DOOR" yazılıydı. Yani kapıyı açmak istediğinizde unutmayın! Laboratuvarda iş yapılacak elle kapı kolunu tutmak olmazdı. Eldivenli el laboratuvar içindi. Kapıyı açmak içinse diğer (çıplak) el kullanılıyor, böylece eldivenin kapı koluyla teması önleniyordu. Bu hatırlatma kuru bir 'Dikkat!' tabelasıyla da geçiştirilebilirdi. Mevzuyu Michael Jackson üstünden ele almak başka şeylere de işaretti: Burası asık suratlı, sıkıcı, hayattan uzak bir yer değildi. Popüler kültürle, sanatla iç içeydi. Muzipti.
GÜLMEYİ DE ÇALIŞMAYI DA BİLEN BİRİ
Gezdikçe gördük, etrafta bunun sağlamasını yapabileceğimiz başka şeyler de vardı. Duvardaki panoda dünya kadar fotoğraf asılıydı. Ekibin, mezunların, yolu buradan geçenlerin, evlenenlerin, çoğalanların resimleri raptiyelenmişti. Kocaman, neşeli, sıcak, samimi bir aile albümüydü karşımızdaki. Sarı yaldızdan yapılmış uçan dairemsi bir parti süsü dikkatimizi çekti. Üstünde "Guardian of Gokhan's Galaxy" yazıyordu. Eski bir kutlamadan kalmıştı. "Gokhan"dan kasıt, Harvard Üniversitesi profesörü, buradaki Sabri Ülker Metabolik Araştırmalar Merkezi'nin direktörü, Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil'di. Türkiye'nin bilim alanındaki medarıiftiharı işte karşımdaydı. Adı Nobel'le anılan bu parlak yıldız, belli ki sadece çalışmayı değil gülmeyi de bilen, aile bağları ve insan ilişkileri kuvvetli biriydi. Buradan giriyorum:
- Şimdi hocam, bilimi sonuçta insanlar için yapıyorsunuz. Peki, neden bilim insanları genellikle fazlasıyla ciddi, soğuk ve insana mesafeli oluyor? Halbuki sizinki ne kadar da kucaklayan bir mekân ve üslup... Nasıl oluyor da onlar öyle, siz böyle?
- (Oh! İçten bir kahkahayla başlıyor) O bizim için çok önemli; herkese anlatmaya çalıştığım şeylerden biri. İki model var. Bir tanesi vahşi bir yarışma ortamı yaratmak: Kazananlar yaşar, kaybedenler ölür. Onlarla ilgili hiçbir insani kaygı duymadan sadece ürüne odaklanmak... Ben o sistemi bilimle bağdaştıramıyorum, bilimin ruhuna aykırı buluyorum. Yapmaya çalıştığım, özellikle biraz büyüyüp olgunlaştığım dönemde, hep beraber dayanışıp hep beraber yücelme modelini seçmek. Onun uzun vadede çok büyük faydaları oluyor. Hem insanların bilimin esasını özümsemeleri açısından hem de bilim etik ve ahlakını zorlamayla değil de doğruluğunu görerek, ona inandıkları için yapmalarını sağlıyor. O da çok daha uzun vadede bu insanların güvenli sularda ilerlemesini sağlayacak, ona inanıyorum. Tabii bunu ben de birinci gün öğrenmedim, bir sürü hatalar yaptıktan sonra öğrendim.
- Bilim insanı nasıl bir ortam hayal eder? En başta rahat bırakılmak, kısıtlanmamak ister herhalde. Başka neler sağlamak lazım? Nasıl oluşur o güvenli sular?
- Bunun bazı olmazsa olmazları var. İnsanların düşünebilecekleri, düşüncelerini paylaşabilecekleri, kendileri gibi düşünmeyen veya problemlere başka açılardan bakan insanlarla beraber rahat bir etkileşim alanı oluşturmaları, işlerini özgürce yapmaları, birinci ve elzem olan şey o. İkincisi yeterli kritik kütlenin olması. Artık o kadar büyüdü ki problemler, hiçbirimizin ne yetisi ne hayal gücü karmaşayla boğuşmaya yetişmiyor. Dolayısıyla hep etrafımızdaki insanlardan uyarılar almamız, fikirlerimizi paylaşmamız, yanlışlarımızı görmemiz vs gerekiyor. İkincisi o iklim, atmosfer dediğimiz şey. Üçüncüsü de maalesef dünyanın her yerinde sağlanması çok zor olan bir şey: Güvenlik duygusu. Gelecek güvenliği de onun içinde, iş güvenliği de, tabii can güvenliği de... Özgürlüğünün güvence altına alınması, fikir özgürlüğünü rahatça kullanıyor olması da... Bu tür ortamlarda en büyük sıkıntı, aşırı derecede yarışma olduğu için, özellikle gençlerin gelecekle ilgili güven duygularını, başarılı olacakları inançlarını yerinde tutmak. Özellikle kariyer aşamasında olan insanların ihtiyaç duydukları şey bu..."
- Potansiyel bilim adamının nasıl bir karakteri olması lazım? Herhalde sabırlı olması lazım, bugünden yarına sonuç elde edilebilen bir alan değil bu çünkü. Meraklı olması lazım sonra... Başka?
- Dirençli olması lazım. Belki de başka böyle bir insan türü yoktur diyorum bazen, bilim insanlarının yanlış yapmaktan gocunmak yerine hoşnut kalmaları lazım. Bizim laboratuvarda bir şey üretememenin cezası yoktur mesela. Onun garantisi yok çünkü. Gidersin gidersin, bir yere varamayabilirsin.
- Üç yanlış bir doğruyu götürmüyor, üç yanlış bir doğruya mı götürüyor yani?
- Biyoloji çok karışık. Yaşam çok karışık. Bizim hayal gücümüzün karışıklık derecesi çok düşük. Dolayısıyla zaten matematik ortada. Eğer yanlış yapmaktan zevk almayı öğrenirsen, o sana gösteriyor nereye gideceğini. Kafandaki şeyi değil de deneyin sana söylediklerini dinleyerek ilerlemek lazım. Bunu huy haline getiren bilim insanları büyük buluşlar yapabilme şansını en azından ellerinde tutuyorlar.
- Tecrübe, bilime dair ne öğretti size, hayata dair ne öğretti?
- İnsan bilime yeni başlayınca, işte güzel bir okula gidiyorsunuz, bir derece alıyorsunuz, bir yayın yapıyorsunuz falan ve bu birdenbire sanki "Artık her şeyi yapabilirim" gibi acayip, belki de arkası olmayan bir güven getiriyor. Böyle coşkuyla gerçekçi olmayan güvenin karıştığı bir süreç var. İşte oradan yavaş yavaş çıkıp resmin tamamına bakınca o zaman insan kendinin hiçbir kıymeti olmadığını fark ediyor.
- Odanızdaki havadan çekilmiş fotoğraftaki gibi mi? Ufacık bir noktacık, zerrecik...
- O fotoğrafı orada tutmamın tek sebebi bu. Bırakın evrensel bilimi, şuradaki mahallenin içinde bile küçücük bir damla. Biz olmasak da çok bir şey fark etmezdi. Einstein olmasaydı belki biraz daha geç olacaktı ama işte birisi bulacaktı yani. Şuna kapılmamak lazım: Ölmeden önce şu ilacı yapacağım, şu ödülü kazanacağım... Onlar çok hastalıklı beklentiler. Ben etrafıma duvar inşa etmeyi seven bir insan değilim. Bizim evimiz de açıktır, öğrenciler gelir gider ne zaman istiyorlarsa... Böylesi hoşuma gidiyor, daha zenginleştirici, herkesten bir şey öğrenme imkânı var. Ben biliyorum en akıllı insan olmadığımı. Her taraf akıllı insan dolu. Kendimizi en akıllı ilan edip neden onların masaya koyacağı nimetlerden istifade etmeyelim? Bencilce bile düşünseniz, yanınızda ne kadar güçlü insanlar varsa siz de o kadar güçlü olursunuz. Zamanı gelince de bir kenara çekileceksiniz, devredeceksiniz, sistem dönecek, öyle düşünmek lazım.
BİLİM BİZİ ZAYIFLATMAYACAK MI?
- Hocam bu kilo işi ne olacak? Biz yiyip yiyip yan gelip yatsak, bilime teslim olsak, o da daha çok çalışıp bizi zayıflatsa? Olmuyor mu öyle?
- Yapacak tabii ama mutlak bir teslimiyet olması zor. İnsanlığın hikâyesi çok uzun, oysa ki yaşadığımız değişikliğin tarihi çok kısa. Arada büyük bir uyumsuzluk var. Dolayısıyla o uyumsuzluğu giderebilecek yardımları araştırma ve tıp verecek. Ama insanların biraz gayret etmesi bence hep gerekiyor. Şişmanlık da aslında en büyük problem değil.
- E ama bütün belalar da oradan gelmiyor mu?
- Araştırmaların en ümit veren yanı sağlıklı bir şekilde yaşamın sonuna kadar devam edebilmek, o kilolar olsa da olmasa da... Mesela vücut ağırlığıyla sağlık her zaman yüzde yüz örtüşen bir şey değil. Fazla kilonun getirdiği riski bertaraf etmek mümkün. Orada çok ümitliyim. Biraz ekstra kilolar olabilir yani. Eğer zararını önleyebilecek noktaya gelebilirsek işte o zaman insanlar ömürlerinin sonuna kadar sağlıklı biçimde yaşayabilirler. Beni en çok heyecanlandıran şey o. - Beni de! Mesela 120 kilo olup sürünmek çok korkutuyor. Siz de diyorsunuz ya hep, skor peşinde koşmaya gerek yok. Netiyle brütü çok fark ediyor çünkü malum. Sayı daha mütevazı olsun ama bizim olsun, güzel olsun! - Onun olacağına inanıyorum. Çok göstergesi var. Ama tabii hemen yarın ya da hepsi birden olmayacak. Önce kalp korunacak, sonra metabolizma korunacak, sonra beyin korunacak, e zaten başka bir şey de lazım değil!