Bayrama az kaldı. Tatil plan programı içinde misiniz, yoksa misafirler için şekerlik düzenleme hazırlığında mı? Eski moda çiçek şeklinde madlenler, kare madlenler... Bitter ve sütlüler... Renkli yaldızlı kâğıtlara sarılı pralinler, dore drajeler... Bir el, günümüz trendlerini gözetirsek epey demode bulacağımız çikolata çeşitlerini, yine şimdiki dekorasyon dergilerinde pek bulunmayan modelde tepsi ve üç katlı servis takımlarına diziyor. Minicik bir video bu: "Bayramın tadı misafirler için yapılan hazırlıklar bitip en sonunda şekerliklere çikolatalar dizilince başlar" demiş Ülker, Instagram'daki videoda. 'BayraminTadi' hashtag'li paylaşımlarla hediye de kazanılıyormuş. İnsan anneanne-babaanne evine ışınlanıyor hızla. Tepeleme dolu şekerlikler... Hacıbekir kutuları... Mabel, Golden markaları... Şemsiye çikolata zamanlarımız. Şekerin hiç de böyle zehir muamelesi görmediği yıllar... Çikolata kaplı lokumun henüz dolaşımda olmadığı ama hepimizin utanmadan, vicdan azabı duymadan, aşağılanmadan, yargılanmadan doya doya çikolataya da lokuma da gömüldüğü günler... 'Aaaah ah, nerde o eski bayramlar' nostaljisi âdettendir. Ama eski bayramların insanı okurken bile yorgun düşüren bir hazırlık süreci de var. 'Bayrama Yakın' başlıklı makalesinde Ahmet Rasim sayarken, biz de soralım: Bu insancağızlar bu kadar koşturmaca içinde hangi ara nefes alırmış? "Kalaydan gelen kaplar şartlanır. Bağa, abanoz, som, boynuz kaşıklarla hindistan cevizi kabuğu, ardıç, kuka hoşaflıklar çıkar. Bunların bilhassa mercanlı, baklavalı, şişhaneli, dallı, oymalı çeşitleri silinir. Kâseler, tabaklar, çiniler, kavatalar, kavanozlar, sürahiler, reçel tabakları, sini örtüleri, işlemeli-düz peşkirler, havlular, el bezleri, meşin sahan altlıkları, buhurdanlıklar, küçük- büyük kahve, şurup tepsileri, leğen, ibrik, tırtıllı oymalı düz gümüş zarflar takımı, misafirler için madeni çatal bıçaklar... (...) Kahve çömleği, kahve tepsisi, örtüsü, gözden geçirilir, pirinç sigara tablaları, ateşlikler, ateş maşaları, kül, limon, Moskof tozları ile açılır, sair fincanlardan maada kallâvi, devetüyü fincanlar, ikilik, üçlüklerden başka güğüm cezve meydan görür." Of. Geçmiş olsun. Okuyana bile. Artık hep beraber tatili hak ettik!
MÜZEDECHANGA'DA ZARF VE MAZRUF
Gözeneklerinden lezzet fışkıran bir kadın... Sabahtan akşama kadar o konuşsun, biz dinleyelim. Kültür, sanat, tarih, görgü, insan, şehir, hayat bilgisi anlattıkları; çok eğlenceli bir ders gibi sofrası... Nazan hanımdan bahsediyorum. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü, 'Diva' Nazan Ölçer'den. Bu defa Kuzgun Acar vesilesiyle buluştuk (İMÇ'nin cephesindeki 'Kuşlar' heykeli, yaz sonuna kadar SSM'de sergileniyor; Bknz dünkü Sabah Cumartesi) ama sohbet muhabbet yine nefasetin zirvesine uzandı. Arada Nazan hanımdan rol çalan başka lezzetler de vardı. Müzedechanga'nın şefi Pınar Taşdemir döktürmüş yine; aynı anda nasıl bu kadar hafif ve de bu kadar enfes olur her şey, alkışlık durum. Finaldeyse adeta bir mini sergiyle karşılaştık. Karadeniz bölgesinde yetişen çok güzel kokulu bir üzüm var; kara üzüm, muhacir üzümü, çilek üzümü, kokulu üzüm de deniyor ama asıl bu adı daha sükseli: İsabella. Müzedechanga, işte bu arkadaştan yaz boyu bıkmadan yenebilecek nitelikte, olağanüstü güzellikte bir sorbe yapıyor yıllardır; Isabella sorbe. Bunu da tabii hoş dondurmalıklarda, çanaklarda servis ediyor. Fakat bu defa başımıza gelen... Ofofof! Tarık Bayazıt'la Savaş Ertunç bir Tayland seyahatinde bulup almışlar bu servis takımını. 21 taneler. 21 ayrı sanat eseri. Her biri tek... Bütünüyse, vuralım tahtaya, çok gıptalık. Ben olsam kıran müşterinin (Allah muhafaza!) bir daha restorana girişini yasaklarım. Ya da Isabella sorbesine wasabi mi basmalı?!
?TRİTORDEUM EKMEĞİ DE NESİ?
Cehaletle suçlayıp 'Uyan da fırına gidelim' diyebilirsiniz; serbest! Pideye adanmışlıkla başka ekmek çeşidini reddediyor da olabilirsiniz, o da hakkınız, dahası son haftanız... Geçenlerde, pideyle delirmişliğimden utanıp, biraz da galeta kemirmeye karar vererek mahallenin zincir fırınına uğradım. Etrafına üç-dört parmak kalınlığında, yeşil kartondan bant takılmış bir ekmek duruyordu tezgâhta. Ne ki bu? Yaklaştım, gözlerimi kısarak okudum: Yeni Doğal Tahıl Tritordeum Ekmeği... Soruyu zihnimde tekrarladım: Ne ki bu? Neyin nesi olduğunu sorsam mı? Doğrudan alsam mı? Baktım tezgâh arkasındaki oğlanın işi başından aşkın. Üstelik ekmek de ekşi mayalı kuzenlerine fevkalade benziyor. Altı buçuk lirayı verip 450 gramlık bu yeni elemanı koluma taktım ve evin yolunu tuttum. Yeme vakti geldiğinde merakla köşesini kestim. Aaa! Altın sarısı bir renk... Köşenin içine ince bir dilim beyaz peynir yerleştirip ısırdım. Ooo... Kimin nesidir diye araştırılmayı, daha ilk lokmada hak etmişti. Olay İspanyol tarım bilimcilerinin başının altından çıkmış. Meğer 30 yıldır 'Yeni bir tahıl türü üretebilir miyiz' diye çalışır dururlarmış. Tahıl yeni olacak ama genetiğiyle de oynanmış (GDO) olmayacak, geleneksel yöntemlerle elde edilecek. Nihayet durum buğdayı ile yabani arpayı birleştirmeyi başarmışlar ve ortaya tritordeum denen tahıl çıkmış. Yani karşımızda tam bir tarımsal inovasyon durmakta. Komşufırın'cılar da bunu alıp Türkiye'de ekip biçmiş ve Tritordeum ekmeğini yapmış. Tritordeum'un babası Prof. Antonio Martin'den veya bu ekmeğin faydalarından (misal gözlere) söz edebiliriz, ancak laf uzuyor. Şimdilik biraz pahalı da olsa, bir tane alıp denemenizin merak ve damak açısından menfaatiniz icabı olduğunu bilin yeter!