Bu kış bozanın dirilişine ve yeniden popüler oluşuna şahitlik edeceğiz, belli. Orhan Pamuk yüzünden/sayesinde...
En son Masumiyet Müzesi fikrine hayran olduğum (hem romana hem müzeye ama en çok da ikisinin bir aradalığına) Pamuk'un son romanı Kafamda Bir Tuhaflık (YKY), boza satıcısı Mevlut Karataş ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul'daki hayatlarını anlatıyor. Bozacı Mevlut'un maceraları, hayalleri ve de 1969 ile 2012 arasında İstanbul'un hikâyesi...
Tadına beraber bakalım:
"Rayiha ile kaçıp İstanbul'a gelmelerinden on iki yıl sonra, 1994'ün Mart ayında iyice karanlık bir gece boza satarken Mevlut yukarıdan hızla ama sessizce sarkıtılan bir sepetle yüz yüze geldi.
'Bozacı, bozacı, iki kişilik,' diye seslendi bir çocuk sesi.
Sepet karanlıkta gökten önüne bir melek gibi inmişti. İstanbulluların sokaktan geçen satıcıdan, pencereden iple sepet sarkıtıp alışveriş etmeleri artık unutulan bir alışkanlık olduğu için bu kadar şaşırmıştı belki de Mevlut. Ta yirmi beş yıl önce ortaokul öğrencisiyken babasıyla yoğurt ve boza sattığı günleri hatırladı. Hasır sepetin içindeki emaye kaba, yukarıdan seslenen çocukların istediklerinden daha fazla, iki bardak değil neredeyse tam bir kilo boza boşalttı. Ve bir melekle temas etmiş gibi iyi hissetti kendini. Son yıllarda bazan Mevlut'un kafası, hayalleri dini konularla meşgul oluyordu.
Bu noktada, hikâyemizin tam anlaşılması için, önce bozanın ne olduğunu bilmeyen dünya okurlarına ve onu önümüzdeki yirmi otuz yılda ne yazık ki unutacağını tahmin ettiğim gelecek kuşak Türk okurlarına, bu içeceğin darının mayalanmasıyla yapılan, ağır kıvamlı, hoş kokulu, koyu sarımsı, hafifçe alkollü geleneksel bir Asya içeceği olduğunu hemen söyleyeyim ki, zaten tuhaf olaylarla dolu hikâyemiz büsbütün tuhaf sanılmasın.
Sıcakta hızla ekşiyip bozulduğu için eski İstanbul'da, Osmanlı zamanında boza kışın dükkânlarda satılırdı. Cumhuriyet'in kurulduğu 1923 yılında İstanbul'daki bozacı dükkânları Alman birahanelerinin etkisiyle çoktan kapanmıştı. Ama bu geleneksel içkiyi Mevlut gibi satan satıcılar sokaklardan hiç eksik olmadı. Boza 1950'lerden sonra kış akşamları, parke taşı kaplı yoksul ve bakımsız sokaklarda 'Bozaa' diye bağıra bağıra ilerleyen ve bizlere geçmiş yüzyılları, kayıp güzel günleri hatırlatan satıcıların işiydi yalnızca.
Mevlut beşinci kat penceresindeki çocukların sabırsızlığını hissetti, sepetin içindeki kâğıt parayı cebine koydu ve üstünü bozuk para olarak emaye kabın yanına bıraktı. Çocukluğunda babasıyla sokaklarda satıcılık yaptığı zamanlardaki gibi, sepeti hafifçe aşağı çekip bırakarak yukarıya işaret verdi.
Hasır sepet bir anda yükseldi. Soğuk rüzgârda sağa sola savruluyor, alt katların pencere denizliklerine, su oluklarına hafifçe çarpıyor, yukarıdan ipi çeken çocukları zorluyordu. Beşinci kata ulaşınca, uygun rüzgârı bulmuş mutlu bir martı gibi sepet bir an havada durdu sanki. Sonra esrarlı ve yasak bir şey gibi sepet karanlıkta birden kaybolunca Mevlut yoluna devam etti.
"Booo-zaaaaa" diye seslendi önündeki yarı karanlık sokağa... "İyiii boo-zaaaaa..."
Bu satırları cımbızladığımız İkinci Kısım, Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı romanından alıntıyla başlıyor bu arada: "Asyalılar... düğünlerinde önce yemek yer, boza içer... Sonra kavga ederler." Bu da güzelmiş.