Yaşadığımız dönem kocaman bir kafa karışıklığı. Her sıfatın, duygunun, halin başında ille de 'çok' var. Çok çok ortaya karışık.
Çok acı, çok üzücü, çok komik, çok trajik, çok korkutucu, çok pis, çok adi, çok şerefsiz, çok güzel, çok çirkin, çok yoksul, çok zengin, çok çabuk... eşittir hiç vicdan, hiç sabır, hiç emek, hiç şefkat, hiç insanlık.
İstanbul'da yağmur yağdığında yağmurluk ve şemsiyeyle sokağa çıkmak out, şişme botu tek geçmek in. Zaten durumumuzu biliyorduk da her defasında bu kadar kötü olduğunu görmek tam rezalet.
Yağmur replikleri; "Sen havluları hazırla, ben on beş dakikaya yüzerek geliyorum".
İstanbul metropol değil mi? Değil.
Anakent, büyük ve merkezi şehir değil.
Kocaman bir köy. İstanbul halkını beslemeyi beceremiyor çünkü. İstanbul yetersiz, üstü toprakla kaplı, ışıksız, renksiz.
İstanbul, tek şarkıyla şöhret olmuş ve yıllardır çıkış yakalayamamış popçular gibi bu aralar. Ruhu kararmış, doyurmuyor, heyecanlandırmıyor. Kültür sanatı, modası, müziği, yazısı, sözü, şiiri bitmiş, tükenmiş.
Üzüyor İstanbul. Bize kalakalmak, kurak tekrarlara bağlamak, ne zaman geleceğini ve ne getireceğini bilmediğimiz bir günü beklerken zamanımızı harcamak düşüyor.
Şimdi biri bana şunu açıklasın; sosyal medyada "Savaşa Hayır" tweetleri atmıyorsak, Gazze'den insanlık dışı, korkunç, yürek yakan, ağlatan görüntüleri paylaşmıyorsak duyarsız mıyız? Dünyadan bihaber miyiz?
Ya da insanlığımız evde otururken attığımız tweetlerle mi ölçülüyor? Peki bunu ölçen kim? Vicdan terazisi kimin elinde?
Daha da doğru soru şu; biz bir tweet atacaktık da çocuklar mı ölmeyecekti?
Savaş mı bitecekti? Hem bu ne ikiyüzlülük? Sen savaş fotoğrafları paylaşıp, ona buna giderlenip üç dakika sonra cup denize gireceksin, önüne gelen yemeği beğenmeyip geri göndereceksin, yirmi sekizinci ayakkabın niye yok diye dertlenip "Giyecek bi'şeyim yok" krizlerine gireceksin, elin geri zekalı herifi niye aramadı diye yolunacaksın, daha mahallendeki aç kediye-köpeğe- yaşlı teyzeye bile dönüp bakmayacaksın sonra ona buna 'duyarlılık' taslayacaksın. Yürü kardeşim.
35 yaşımda bir anda aydınlanma yaşadım ki sormayın. Bizi yıllarca kandırdı bu erkekler. "Kadınları anlamak çok zor", "Kadınlar ne ister, kadınlar bile bilmez" diye diye bizi de dengesiz, kararsız, tatminsiz, çözülemez olduğumuza inandırdılar. Ama bu külliyen yalan.
Bir baktım ki asıl tahmin edilemez, okunamaz olan erkekler. Sevgililer için ayrılık sezonunu yaşadığımız şu günlerde konuştuğum kadınların ortak cümlesi şu; "hiçbir şey anlamadım". Bizimki sadece varsayımda bulunmak. Oysa kadınlar öyle mi, kullanma-kıllanma kılavuzumuz gayet net.
Ve fakat hiçbirimiz karşımızdaki erkeğin gerçekten ne düşündüğünü, ne hissettiğini, bizimle konuştuğunda ya da çoğunlukla konuşmayıp, sustuğunda aklından ne geçirdiğini bilmiyoruz.
Erkekleri anlamıyoruz. Hal böyleyken hep bir iletişimsizlik, hep bir çözümsüzlük, hep bir güvensizlik, hep bir bulanıklılık tesirinde yürütülememiş ilişkiler dünyasında debeleniyoruz.
Nefret etsin, kızsın, üzerine kussun, aşık olsun, sevsin, tiksinsin... karşındaki yeter ki sana neyse öyle gelsin. Bu varsayımlar, loto toto ilişkiler adamı fena yoruyor.