Küçücük bir araba geliyor, herkes onun gelişini bekliyor.
İçinde küçücük bir adam var.
Hepimizin kalbi küt küt atıyor.
Yatağa uzanmış çiçeği burnunda bir de anne var.
Sanki hiç doğum yapmamış gibi, bir prenses gibi, bir melek misali... İri dalgalı saçları, beyaz teni, pembe yanakları ve yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle yatıyor orada. Öylesine sükunetli, öylesine dingin, öylesine hayata teslim olmuş ki gözlerimi alamıyorum. Oturduğum sandalyeden izliyorum ben bu anneyi.
Küçücük bir araba geliyor, herkes onun gelişini bekliyor.
İçinde küçücük bir adam var.
Bir anda odada sessizlik oluyor. Annesi yatağından doğruluyor... Bakıyorum o küçük bebeğe. "Hoş geldin" demek istiyorum, 'hoşgel...' de kalıyorum. Boğazım düğümleniyor. Bakıyorum ona, aynı babasına benziyor.
Annesi onu kucağına alıyor. O, annesinin kollarındayken minicik ellerini sallıyor...
Ben ağlıyorum... Gözyaşlarımı tutamıyorum ki ne yapayım. İyi de bana ne oluyor? Niçin içimde dalgalar yükseliyor? Niçin kalbim titriyor? Niçin sonsuz bir şükranla doluyorum?
Üstelik ben hiç anne olmadım ki?
Sonra anlıyorum... Evet, evet bu, hayatın en değerli anlarından biri... Bu, bizi gündelik yaşamın karmaşasından çıkarıp özümüzü hatırlatan en özel zamanlardan biri... Bu, nerede kaybettiğimizi bilmediğimiz sevginin en saf hali... Bu, bir başlangıç... Bu, bir büyü... Bu, bir şans...
Bu, olmuş olabilecek en güzel hareket!
Hoş geldin Rodin bebek! Işığınla, enerjinle geldin.
İkinci kez baba olan Yılmaz Erdoğan ve prenses Belçim'i tebrik ederim.
Ne güzelsiniz...