Cumhuriyet'in ilk 15 yılıyla son 20 yılı arasında birçok ortak nokta var, en önemlisi de "bağımsızlık" hassasiyeti.
Aradaki 70 yıl ise tam anlamıyla iç ve dış kuşatmalarla geçti. Bugün bile övündükleri demokratik değerleri bombalayan, dünyayı kan ve kaosa sürükleyen "Batı" zihniyeti, içerideki "Batıcılar" yoluyla siyasetten ekonomiye, eğitimden savunmaya her alana müdahale ederek yapmadıkları şey kalmadı. Uçak fabrikalarını kapattılar, sanayi hamlelerini engellediler, darbeler ve müdahalelerle siyaseti vesayet altına aldılar, genç Cumhuriyet'i sanal korkularla "yasaklar cumhuriyeti" hâline dönüştürdüler.
Oysa emperyalizme karşı verilen Milli Mücadele'nin önderi, genç cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün hayali bu değildi. 10'uncu Yıl Nutku'nda "Az zamanda çok büyük işler yaptık" diyor ve ekliyordu: "Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur, en medeni memleketler seviyesine çıkaracağız..."
Ne yazık ki o "büyük azmi" bizzat o "medeni memleketler" engelledi. Hâlen de vazgeçmiş değiller. Ara dönem dediğim o 70 yılda çok sayıda siyasi lider ülkeye nefes aldırmak istedi ama nefesleri yetmedi. Kimi darbeyle indirilip idam edildi, kimi muhtıralarla uzaklaştırıldı, kimi de siyasi ve ekonomik ambargolarla iş yapamaz hâle getirildi.
O günleri Başkan Erdoğan, bir Türkiye Yüzyılı konuşmasında şöyle anlatıyor: "Emperyalistlerin ülkemiz üzerindeki hesapları hiç mi hiç eksik olmadı. Bu kirli hesaplarda kullanılan maşalar da hiç eksik olmadı. Dün vardı, bugün de var. Ülkemiz, milli iradenin üstünlüğüne dayanmak yerine vesayet güçlerinin güdümünde kalan yönetimlerin elinde, altın kıymetinde yıllarını heba etti."
Buna rağmen Türkiye durdurulamadı. Yarın Cumhuriyet'in 100'üncü yılını kutluyoruz. Son 20 yılda atılan adımlarla Cumhuriyet düne göre çok daha güçlü durumda ve Türkiye de çok daha "bağımsız" bir siyaset izliyor.
"Dünya beşten büyüktür" diyerek tıpkı Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi bütün mazlumların sesi olmaya çalışan Başkan Erdoğan'ın Gazze'de Batı'nın desteğiyle bebeklerin, kadınların katledilmesine, soykırıma sert tepki göstermesinin, "One minute" çekmesinin arkasında da bu ruh var. Bugünlerde hem Türkiye'nin yaşadıklarını hem de gelinen noktayı ıskalayanlar, tıpkı Batıcı babaları gibi Cumhuriyet ve bayrak üzerinden akıl almaz bir kampanya yürütüyor.
Kime karşı? Türkiye'nin adını ve bayrağını mazlum coğrafyalarda yeniden umut haline getiren Başkan Erdoğan ve partisine karşı.
Akıl alır gibi değil. Neymiş, Cumhuriyet'in 100'üncü yılı böyle kutlanmazmış. Oysa Cumhuriyet ilk kez, gerçek anlamına yeni yeni kavuşuyor ve demokrasiyle, halkla buluşuyor. Bu noktaya kolay gelinmediğini de bizzat kuşatmalara, darbelere muhatap olan Başkan Erdoğan'dan dinleyelim:
"Ülkemiz, vesayet yoluyla Cumhuriyet ile demokrasiyi birleştirmekten hep kaçınan, hatta bunları birbirinin alternatifi gibi göstermeye çalışan bir zihniyetin elinde ciddi sıkıntılar çekti."
Peki nasıl bir değişim oldu? Onu da şu sözleri özetliyor:
"Geçmişte ayrıştırılmaya, hatta çatıştırılmaya çalışılan kim varsa, Türkiye'nin ilk yüzyılının son 20 yılına sığdırdığımız bu büyük devrime katkı vermiştir. İnancından dolayı dışlanan Müslüman'ın, dilinden dolayı ayrımcılığa uğrayan Kürt'ün, meşrebinden ötürü baskı gören Alevi'nin, haksızlığa maruz kalan bu toprakların evladı Hıristiyan ve Yahudi'nin, kısaca bu ülkede vesayetin gadrine uğrayan kim varsa herkesin yanında olduk, mücadelesine destek verdik, kayıplarını telafi ettik."
Artık Cumhuriyet'in Türkiye'nin ortak değeri olduğunu görün. Son sözü şair Hasan Hüseyin Korkmazcan'a bırakıyorum:
"Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni..."