Cezayir-Fas kökenli 17 yaşındaki Nahel M.'nin bir polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar durdurulamıyor. Şehir merkezleri, sokaklar alev alev yanıyor.
Bu Fransa'da yaşanan ilk polis cinayeti değil... Euronews'ün ulaştığı polis kayıtlarına göre, geçen yıl trafik kontrolü için durma talimatına uymayan 13 kişi, bu yıl da 3 kişi polis tarafından öldürülmüş.
Ortada ciddi bir "polis şiddeti" ve giderek artan "sistematik ırkçılık" söz konusu. Bu sadece Fransa'nın da değil, demokratik değerler üretmesiyle övünen AB'nin çok temel bir sorunu.
Almanya'sından İsveç'ine, Hollanda'sından Belçika'sına bütün Batı ülkelerinde çok ciddi ve tehlike sinyali veren bir ırkçılık ile İslam düşmanlığı yükseliyor. Daha dün Kuran-ı Kerim'in yakılmasına göz yuman İsveç'i gördük. Devlet eliyle İslam düşmanlığı ve ırkçılık özel olarak körükleniyor. Teröre destekleri de farklı değil.
Bu konularda, inanç ve etnik açıdan "tek tipçi" Fransa başı çekiyor ve ne yazık ki son 30 yıl içinde "geliyorum..." diyen ırkçı dalgayı gördüğü hâlde önlem almadı, almak istemedi. Tam tersine, marjinal ırkçılık, merkez siyaseti ve devleti de kuşattı. Öyle ki, eşitlik fikrinin doğduğu Fransa'da aydınlar, hem de sol aydınlar bile "göçmen" meselesi karşısında samimi ve sahici bir tutum alamadı.
Bu gerçeğe, daha 2006 yılında Paris'te sol aydınların da katıldığı bir panelde tanık oldum. Dönüştü o panelle ilgili, "Statükocu Fransa Devrimci Türkiye" başlıklı yazımda şu notu düşmüştüm:
"Fransa yapısı gereği küresel sürecin ortaya çıkardığı yakıcı sorunlarla yüz yüzeydi.
Müslüman Türkiye'nin AB üyesi olma ihtimali ve çok değil 4 ay önce Paris banliyölerinde 'ötekilerin' yani göçmenlerin başkaldırması, Fransa'da ciddi bir 'ulusal dalga' yaratmıştı."
Artık 68 kuşağının sol aydınları, "ötekilerin" başkaldırısını sessizce geçiştiriyor, tavır koyamıyordu.
Prof. Dr. Dominique Reynie çaresizliklerini şöyle dile getiriyordu:
"Biraz ortada kaldık. Bu nedenle kendimize güvenemiyoruz."
Beşeri Bilimler Merkezi Başkanı Alain d'Iribarne ise ulusal kimliğe vurgu yapıyordu: "Fransa birtakım tezatların içinde. Ulusal kimlik sorunu hâlâ gündemde."
Kısaca, Fransa'nın sağcısı-solcusu dâhil bütün "beyazları", sömürgecilikten gelen zenginliği ve refahı, "ötekilerle" paylaşmak istemiyordu.
Bunu başaramayan Fransa, doğal olarak Avrupa'nın ikinci önemli ülkesi olarak AB'yi büyütmekten de korkuyordu. Bu yüzden Türkiye gibi Müslüman bir ülkeyi bırakın birliğe katmayı daha da düşmanlaştırmanın peşindeydi.
Oysa Fransa, bu tavrıyla sadece kendisine değil, dünyaya da büyük kötülük yapıyor. Çünkü her şeye rağmen demokrasi ve hukuk üreten AB projesi, ötekini de içine alan bir modele dönüştürülerek yaşatılabilir.
Buna çaba harcamayan Fransa ve AB'nin önde gelen ülkeleri, biraz kendi kirli hesapları biraz da küreselcilerin kuşatmasıyla daha yakın tarihte yaşadıkları ve ağır bedeller ödedikleri Nazi karanlığına doğru sürükleniyor. Buradan çıkış yok. İç savaşın eşiğine gelen Fransa, buradan ırkçılık ve göçmen düşmanlığıyla değil ancak merhamet ve empatiyle çıkabilir.