Tarihi 14 Mayıs seçim sonuçlarının muhalefeti sarsması, o muhalefetin ektiği nefret siyasetini de tetikledi. Kimi oyların çalındığını ileri sürerek öfke nöbetleri geçirdi, kimi de hıncını ve öfkesini insanlıktan çıkarak depremzedelere yöneltti.
En hafifi "Elim kırılsaydı da yardım etmeseydim" diye başlayan bu insanlık dışı saldırılar artık açık açık yapılır oldu. Neymiş, depremzedeler büyük oranda Başkan Erdoğan'a oy vermiş. Kervana son olarak bir FETÖ'cünün kızı da katıldı.
Bu nefret iklimi tesadüfen ortaya çıkmış değil, son dönemde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bunu bir siyasi strateji olarak devreye soktu. Her fırsatta kendisine oy vermeyen öğretmenlere, hâkimlere, askerlere hakaret etti; depremin ikinci gününde "Seçimi erteleyecekler", bölgeye gittiğinde de "Beni tutuklayın" diyerek kışkırtıcı çıkışlar yaptı.
Bu tabloya, terörle ilişkili partileri meşrulaştırmayı ve "Yüksek oy alacağız, kazanacağız" yalanlarını da ekleyin... Buradan öfke ve nefret dışında bir sonuç çıkmaz. Sorun siyaset üretemeyen ve seçmenlerinde hayal kırıklığı yaratan siyasi aktörlerde.
Seçim yenilgisinden de bir ders almamışlar ki Kılıçdaroğlu, daha ikinci turun başında yine nefret siyasetiyle ortaya çıktı. Sinan Oğan'a giden oylara göz koyduğu için işe göçmen düşmanlığıyla başladı:
"Bugün 10 milyon düzensiz mülteciyi içimize sokan bu zihniyete vatanımızı bırakmayacağız."
Aslında bu yaklaşımın depremzedelere hakaret eden meczupların söylediklerinden bir farkı yok. Türkiye eninde sonunda bu nefret ikliminden kurtulacak. Siyasete elbette büyük görev düşüyor ama gerçek öncü sanatçılara da ihtiyaç var.
Şimdi gelin sözü sanata ve ilk günden itibaren deprem bölgesinde kurduğu çadırlarda çocuklara gönlünü açan ve nefret üretenlere, "Siz gerçek birer zavallısınız" diyen sanatçı Yavuz Bingöl'e bırakalım:
KARDEŞLİK, SEVGİ VE HOŞGÖRÜ
Depremzede vatandaşlarımıza oy tercihleri yüzünden hakaret ve küfür edenleri görünce o kadar sarsıldım ve üzüldüm ki bize ne oldu? Biz neyi kaybettik de bu kadar vicdansız, köksüz ve hoşgörüsüz kaldık diye sordum kendime... Yüzyıllar içinde oluşturduğumuz ortak güzelliklerimiz, değerlerimiz vardı. Acımızın, kederimizin, yasımızın, umudumuzun, kaygımızın ortaklığı ile sarılırdık birbirimize. Tüm bunları "yurt" sahibi olmamızın güveni ve sıcaklığı ile yaşardık.
Bu köklü ortaklığımızın kucağı Anadolu'ydu. Bizi var eden o rengârenk Anadolu kültürünü yüzyıllar içinde var eden ve koruyanlardı. Yunus Emre, Hacıbektaş, Mevlana, Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Kemal Sunal, Barış Manço, Ahmet Kaya ve tabii isimleri buraya sığmayacak kadar çok olan, nice güzel insan, sanatçı, aydın. Bu topraklarda ne çok güzellik biriktirmişiz, ne çok kıymetli insan izler bırakmış hayatlarımızda.
Sözün burasında, aslında farkında olmamız gereken en büyük değerimiz de, hayatı hep iyiye, hep aydınlığa taşıyan, geliştiren, dünyayı yaşanılır kılan sanat ve sanatçılarımızın gücüdür. Birleştirici olan da, iyileştirici olan da budur. Müziği, edebiyatı, sineması, resmi, heykeli, minyatürü, mimarisi, sözlü gelenekleriyle hayata birlikte tutunmaktır. Bize kadar ulaşan, tarihi ortak geçmişimizin biriktirdiklerini geleceğe taşımak için tüm bu değerleri yeniden ve yeniden üretmek zorundayız. Birbirimize sarılmaya, kahkaha ve gözyaşlarımızı ortak kılmaya ihtiyacımız varken, nedir bu küfür, hakaret, kutuplaşma?
Tüm bu ortak hafızaya yeniden ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İnsanlığımızı iyiliklerle ve sanatla bezemeye ihtiyacımız var. Güzel ülkemiz insanının duası kardeşlik, bereketi sevgi ve hoşgörü olsun...