ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve ekibi Türkiye'ye doğru yola çıkarken, inanılmaz bir algı operasyonu da devreye girdi. Yaptırımlar, ağır ithamlar birbirini izledi. Senatöründen, gazetecisine, devlet başkanından, FETÖ'cüsüne, İsrail lobisinden PKK'lısına hepsi, "hesap sorulacak" beklentisiyle sevinç çığlıkları atıyordu.
Hava kurşun gibi ağırdı. O gece küresel güç merkezlerinden Türk televizyonlarına bağlanan uzman veya gazetecilerdeki "bittik" ruh hali de bunu yansıtıyordu.
Bir yorumcu umutsuz ses tonuyla o bitişi şöyle özetliyordu: "Washington'da inanılmaz bir hava var. Türkiye dostları dahil, yüzde 99.8 Türkiye'ye karşı."
Dışarıdan yükselen bu nefret, içeride pusuda bekleyenleri de harekete geçirdi. Güya en makul görünen ve harekete destek verdiğini söyleyen siyasetçi bile şöyle diyebiliyordu:
"Bizim ne gücümüz var, ekonominin hali ortada, üniversitelerimiz dökülüyor. Böyle büyük devlet olunmaz"
Çok değil, 24 saat geçmeden o kurşun gibi hava birden değişiverdi. ABD, Türkiye'yle anlaştı. Hem de Türkiye'nin bütün önerilerini kabul ederek. 120 saat içinde YPG teröristleri bölgeden çekilecek, silahlarını bırakacak. Tahkimatları da tahrip edecekti.
Anlaşmanın ilk maddesiyle de çok tartışılan, hatta bazı ABD'lilerin çıkartılacak dediği; Türkiye'nin NATO üyeliği bile altı çizilerek hatırlanıyordu:
"Türkiye ve ABD, iki yakın NATO üyesi olarak bu ilişkilerini teyid eder. ABD, Türkiye'nin güney sınırına dair meşru güvenlik kaygılarını anlar."
Sonucu en azılı Türkiye düşmanları bile dünyaya şöyle duyurdu: "Masada da sahada da Türkiye kazandı"
Peki, bu nasıl olmuştu? Bir tek şeyle, zamanın ruhuna uygun siyaset üretmekle... Buna da küresel siyasette "oyun kuruculuk" deniyor. ABD'deki Demokratlar ve bir kısım Cumhuriyetçilerin de, AB liderlerinin de, hatta içimizde- ki Amerikalıların da görmediği gerçek buydu.
Başkan Erdoğan, özellikle 15 Temmuz sonrası Türkiye'nin potansiyelini güçlü bir şekilde öne çıkartarak çok yönlü bir siyaset izledi ve bölgede var olan başta ABD ve Rusya olmak üzere ilgili ülkelerle bağımlı olmayan bir ilişki kurdu. Ve küresel dengenin henüz kurulmadığı, ABD'nin iç gerilim yaşadığı süreci bir fırsata dönüştürdü.
Bu siyaseti başarılı kılan en önemli özelliklerden biri de sivil ve ahlaki oluşuydu. Mülteci meselesinden küresel teröre kadar Türkiye çifte standarda, ikiyüzlülüğe prim vermedi.
Başkan Erdoğan, bu tutarlılığını dün de yabancı medya önünde çok çarpıcı bir biçimde sürdürdü:
"Harekatın 9 günlük sürecinde sivil kayıplarımız için bizi arayan ve üzüntülerini dile getiren hiç kimse olmadı. Buna karşılık teröristleri korumak amacıyla harekatı durdurmamızı isteyen pek çok Batılı liderle konuştuk. Bu ikiyüzlülüğü tarihe kara bir not olarak düştüğümüzün bilinmesini istiyorum."
Suriye özelinde birbirini tamamlayan çok yönlü siyaseti, "muazzam bir başarı" olarak niteleyen siyaset bilimci Dr. Murat Yılmaz, bu siyasetin nasıl kalıcı bir sonuca yol açtığını şöyle özetliyordu:
"15 Temmuz'da vesayetin içerideki bütün ayakları, Irak ve Suriye operasyonlarıyla da vesayetin dış ayakları kırıldı. Bu Erdoğan'ın başlattığı öğretilmiş çaresizliği aşma ve özgüven devrimini zirveye taşıyacaktır."